Bilinç kavramı genel olarak, kişilerin, nesnel dünyayı ve kendi varlığını anlamasını, yorumlamasını ve değiştirmesini sağlayan zihinsel süreçlerin toplamıdır.
Bireyin bilinç oluşumu, sadece bireyselliğe yani tekile indirgenemeyecek kadar fonksiyonlu bir olaydır. İnsan sosyal bir varlıksa ve toplumun bir parçasıysa, insan bilinci ise başlangıçtan itibaren çevreden gelen uyarıcılara açık, yani algılayıcıysa, bilinç oluşumu da baştan beri toplumsal bir ürün olmaktadır. İnsanın düşünceleri, görüşleri yani bir bütün olarak bilinci ve bilinç ürünleri, onun varlık koşuluyla, içinde bulunduğu toplumsal yapı ve toplumsal ilişkileriyle yoğrulur, şekillenir ve değişir. Dolayısıyla birey bilinci, toplumsal varlığıyla ve toplumsal bilinçle organik bir bağ içerisindedir.
Marksizm’in temel felsefesi olan materyalizm bize birçok şey öğretmektedir.
Materyalizm, gerçeklerin maddeden beslendiğini, düşüncelerin ve bilincin maddeyi değil, maddenin düşünceyi ve bilinci yarattığını ön görür. Burada bilincin beslendiği maddeyi, maddi hayat, doğa ve doğanın gelişme yasaları oluşturuyor. Bu doğrultuda genel olarak bilinç oluşumunda Marx’ın şu sözleri önemlidir:
“ Maddi hayatın üretim tarzı, genel olarak toplumsal, siyasal ve entelektüel hayat sürecini koşullandırır. İnsanların varlığını belirleyen şey, bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilinçlerini belirleyen şey toplumsal varlıklarıdır. (Karl Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı Sol Yayınları)”
Marx burada üretim şeklinin ve üretim ilişkilerinin, toplumun ekonomik yapısını, toplumun bilinç şekillerinin somut temelini oluşturan hukuki ve siyasi yapılanmayı oluşturduğunu göstermektedir.
Şimdiye kadarki düşüncelerin ve bilincin tarihi, bilinçsel üretimin ve değişimin, maddi üretimin şekilleriyle, üretim ilişkileriyle ve üretilenin dağıtım biçimiyle değiştiğini göstermektedir. Üretimin şeklini ve dağıtımını ise mademki mevcut toplumun üretim araçlarına sahip olan egemenleri belirliyor, o zaman Marx’ın belirttiği “bir toplumda egemen düşünce, o toplumun egemenlerinin düşüncesidir” sözü doğruluğunu büyük bir önemle gösteriyor.
Tarihte her ne biçimde olursa olsun sömürü düzenine dayanan üretim biçimlerinin mevcut olduğu toplumlardaki egemen düşünce, o toplumun egemenleri tarafından belirlenmiştir. Kapitalizmde ise, egemen burjuvazi kendi düşüncesini, ideolojisini topluma egemen kılmaktadır. Bu uğraş özellikle kapitalizmin sürdürülebilirliğinde kilit olan işçi sınıfının sosyal yaşantısı üzerinde etkisini, en hat safhada göstermektedir. Kapitalist toplumda geniş işçi sınıfının bilincini belirleyen sosyal yaşantı, işçilerin hayatını devam ettirebilmesi için işgüçlerini sattığı; üretim araçları üzerinde mülkiyetinin ve hâkimiyetinin olmadığı, işçilerin her an değiştirilebilir olduğu ve işçiler arasındaki rekabetin alabildiğince körüklendiği bir sosyal yaşantıdır. Üretim araçları üzerinde hâkimiyeti olan burjuvazinin, türlü yollarla işçi sınıfının içine işlediği ideoloji ve bilinç, kendilerinin hâkimiyetlerini sürdürebilmesi için işlediği burjuva ideolojisidir ve bu ideoloji şu anda işçi sınıfının sosyal yaşantısının ayrılmaz bir parçasıdır. Yaşamak için işgücünü satan sınıf olarak işçi sınıfının, kendisinin gerçek çıkarlarının ne olduğunu bilmediği ve savunmadığı, burjuva ideolojisini kendi ideolojisi saydığı ölçüde, kendisi için sınıf olduğunu daha önceki sayılarda değinmiştik.
Biz komünistler, “işçi sınıfının kurtuluşu, onun kendi eliyle olacaktır” diyoruz. Fakat tüm bu olgulardan ötürü, kapitalizmin insanlığı perişan ettiği o kirli çarklardan, işçi sınıfının kendiliğinden sınıf olduğu bir biçimde kurtulmasını beklemek abestir.
Peki, işçi sınıfının kendiliğinden sınıf olma durumundan, onu devrim mücadelesinin önder konumuna yani kendisi için sınıf olma durumuna getirecek olan nedir?
Burada, işçi sınıfının, siyasi yönden ileri, yol gösterici ve kendi kendini kurtarma işinde sınıfa önderlik edecek bir Komünist Partinin mutlaklığı gerekmektedir. Şu denilebilir; bu şekilde özel bir partinin sınıf adına hareket ettiğinde, işçi sınıfının kendi kendini kurtarması boş laf değimlidir? Önce şunu tespit etmeliyiz ki; işçi sınıfının kendi kendini kurtarmasıyla, o sınıfın siyasi örgüt içinde örgütlenmiş, ideolojik yönden ileri ve yol gösterici bir komünist partinin, sınıfa kendi kendini kurtarma misyonunda önderlik etmesi birbirini dıştalayan şeyler değil bilakis, önşartıdır.
Ön şartıdır çünkü işçi sınıfının sosyal yaşantısı ve etkisi altında olduğu burjuva ideolojisi, kendisini sömürüden ve baskıdan kurtarabileceğini ve bunu nasıl yapabileceğinin bilincine kendiliğinden varmasını mümkün kılmamaktadır. Bu bilinç ona, ancak dışarıdan taşınılabilir.
Kapitalist toplumda, işçi sınıfının çok küçük bir kısmı, komünist propaganda -ajitasyonu sosyal yaşantının bir parçası haline getirebilmiş ve bu propaganda-ajitasyon sonucu belli bir örgütlenme içinde, Marxsiz-Leninizm öğretisini kavramış, kurtuluşunun gerekliliğini, mümkünlüğünü ve kurtuluş yolunun komünist ideolojiden ayrı olamayacağını anlamıştır. Bu örgütlenme süreci, sınıfın kendiliğinden olmaktan çıkması ve kendisi için sınıf olmaya doğru gelişme sürecidir. Bu süreç işçi sınıfının sınıfsal konumunun getirdiği hareketi, sosyalizmle birleştirme sürecidir.
İşçi sınıfının kendiliğinden sosyalist bilinç geliştirebileceğini savunmak, onun en ileri ve yol gösterici bir komünist partinin gereksizliğini iddia etmek, kendiliğindencilik teorisini savunmaktır. Bu aynı zamanda burjuva ideolojisine hizmet etmektedir ve temelde sosyalizmin reddidir.
Lenin, “Ne Yapmalı” eserinde, işçi sınıfının kendiliğinden hareket içinde, kendisinin geliştirebileceği bilinç sorununu şöyle ortaya koymaktadır:
“Önceki bölümde, doksanlı yılların ortalarında, eğitim görmüş tüm Rus gençliğini saran, Marksizm teorisine duyulan coşkuya işaret ettik. Aynı dönemde, ünlü 1896 Petersburg sanayi savaşından sonra işçi grevleri de aynı şekilde genel bir niteliğe bürünmüştür. Grevlerin bütün Rusya’ya yayılması, daha yeni başlayan halk hareketinin derinliğini açıkça gösteriyordu ve eğer “ kendiliğinden unsur” dan söz edilecekse, o zaman elbette her şeyden önce bu grev hareketinin kendiliğinden olduğu kabul edilmelidir… Bu bize, “ kendiliğindenlik unsurunun ” aslında bilinçliliğin tohum halinden başka bir şey olmadığını gösterir. İlkel isyanlar da belli bir bilinç uyanışını ifade ediyorlardı: İşçiler, kendilerini ezen rejimin yıkılmazlığına olan eski inançlarını yitiriyor, kolektif bir savunmanın zorunluluğunu anlamsalar da hissetmeye başlıyor, otoriteye kölece boyun eğişi kesinlikle terk ediyorlardı. Fakat bu bir mücadeleden çok, bir çaresizlik ve intikam patlamasıydı. 90’lı yılların grevleri, bilinç uyanışının çok daha fazla belirtilerini gösteriyorlardı: Belirli talepler ileriye sürülüyor, hangi anın daha elverişli olduğu önceden düşünülüyor, başka yerlerdeki bilinen olaylar ve örnekler üzerine konuşuluyordu vs. İsyanlar ezilen insanların sadece bir karşı koyuşu idiyse, sistemli grevler artık sınıf mücadelesinin tohumlarını ifade ediyordu, ama elbette sadece tohumlarını. Aslında bu grevler henüz sosyal- demokrat* mücadeleler değil, trade-unionist**mücadelelerdi; işçilerle işverenler arasındaki antagonizmanın uyanışını gösteriyorlardı, fakat işçiler henüz, kendi çıkarlarının bugünkü politika sosyal rejimi bütünüyle uzlaşmaz karşıtlık içinde olduğu bilgisinden yoksundu-ve yoksun olmak zorundaydı-, yani sosyal-demokrat bilinçten yoksundu. Bu hareketler büyük bir ilerleme olmasına rağmen, salt kendiliğinden bir hareket olarak kaldılar.
İşçiler sosyal-demokrat bir bilince henüz sahip olamazlardı dedik. Bu onlara ancak dışarıdan götürülebilirdi. Bütün ülkelerin tarihi, işçi sınıfının kendi gücüyle ancak ve yalnız trade-onionist bilince, yani sandikalarda birleşme, işverenlere karşı mücadele etme, hükümetten işçiler için gerekli şu ya da bu yasayı çıkarmasını talep etme vs. gerekliliği inancına ulaşabileceğini göstermektedir. (Lenin, Ne yapmalı, İnter Yayınları)”
Lenin’in burada belirttiği gibi, işçi sınıfı, kendiliğinden mücadele içinde belli bir bilinçlenme yaşamaktadır.Fakat kendiliğinden mücadele içerisinde işçi sınıfının geliştirebileceği bilinç, “sosyal demokrat” değil; “sendikal bilinç” tir. İşçi sınıfının kendi kendisini kurtarması için, onun kendiliğinden hareket içerisinde geliştirebileceği “sendikal” bilinç yeterli değildir. Onun, kurtuluşu için, “kendi çıkarlarının kapitalizmin siyasal ve toplumsal düzenlemelerinin tümüyle uzlaşmaz bir biçimde çatıştığının”, sömürünüm hiçbir biçiminin olmadığı bir düzeni yaratmanın mümkün olduğunun, böyle bir toplumu yaratacak devrimin önderliğini üstlenebilecek tek sınıfın kendisi olduğunun bilincine varması lazım. Sosyalist bilimde kendisini bulan bu bilinç, ona, bu bilimi kavrayanlar tarafından dışarıdan taşınmak zorundadır. Bu zorunluluk da, işçi sınıfının yol göstericisi olan Komünist Partide örgütlenmesini zorunlu kılmıştır.
*Sosyal- demokrat kavramı, Lenin döneminde sosyalistleri ve devrimcileri içeriyordu. Fakat zaman içerisinde Sosyalist kavramı ile Sosyal- Demokrat kavramı birbirinden ayrıldı. Sosyal-Demokrat kavramı bu süreçte eski halinden tamamen bağımsız olarak değişti ve bugün karşı devrimci bir hal aldı.
**Lenin Trade-Unionizm derken, burada sendikal mücadeleden bahsetmiştir. Trade-unionizm her türlü politikayı dışlamaz. Trade-union’lar her zaman belli bir politik ajitasyon ve politik mücadele yürütmüşlerdir. Fakat bu politik mücadele sosyalist, komünist bilinçten uzak tutulmuştur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder