Yeni Dünya Gençliği Kasım 2011 Sayısı Çıktı!

    MİLLİYETÇİLİK
HALKLARA EMPOZE EDİLEN HASTALIKTIR
Burjuvazi; halklar arasında düşmanlığı, milliyetçilik ile eker ve onu büyütür. Böylece halkla-rı bir birine düşman eder. Türkiye’de milli-yetçiliğin yükseldiği dönemleri görmek mümkündür. Milliyetçiliğin dozu bazı dö-nemler en üst düzeye çıkıyor. Kimi dönem-lerde ise bu belli bir seyirde devam ediyor.
Bugünlerde milliyetçiliğin üst seviyede yaşandığını görmek mümkündür. Her yerde “vatan millet sakarya” edebiyatı dün olduğu gibi bugünde de-vam ediyor. Bay-rak satışları zaten en üst seviyeye çıkmış durumda.
İşçi ve emek-çilere milliyetçilik o kadar etki yapıyor ki gerçek sorunları göremiyorlar. Ör-neğin; son yaşa-nan zamlar bir gün içerisinde unutul-du. Çukurca olayı yaşanmadan önce yapılan zamları artık kimse hatırlamıyor.
Van depremiyle birlikte milliyetçiliğin halklar arasında yaptığı kin ve düşmanlık iyice açığa çıktı. Yaşanan doğa olayıyla yüz-lerce insan hayatını kaybetti ve milliyetçi yorumlar burada da kendini gösterdi. Özellikle sosyal medyada depremin olduğu gün yapılan yorumlar şöyleydi. “Oh olsun”, “Beter olsunlar”, “Allah cezaları verdi işte” vb. şekilde yorumlar yapıldı. Sadece sosyal medya da değil haber bülten-lerinde de benzer yorumlar yapıldı. Örneğin Habertürk spikeri canlı yayında şu yorumu yaptı “Deprem her ne kadar Van'da da olsa hepimiz üzüldük”. Spiker daha sonra yaptığı açıklamada sözlerinin çarpıtıldığı söyledi. Fakat görünen köy kılavuz istemez.
Bir gün sonra Atv’de program sunan Müge Anlı “Herkes haddini bilecek. Yeri geldiğimi taş atacaksınız, kuş avlar gibi av-layacaksın sonra yardım isteyeceksin. O polisler hemen yardımına koştu oradakile-rin. O taş atanların eli kırılsın” dedi.
Yapılan yorumlar milliyetçiliğin nasıl beter bir hasta-lık olduğunu bir kez daha göste-riyor. Burjuva medya şov uğ-runa her şeyi deniyor. Ege-menlerin hima-yesinde onlar nasıl isterse öyle yayın yapı-yorlar. Ve en önemlisi bu du-rumlarda ger-çek yüzleri de ortaya çıkıyor. Van’da yaşanan depremde yaşamını yitiren işçi ve emekçilere yapılan yorumlarla onları rencide etmeye çalışıyor-lar.
Bu dönemler de biz devrimciler ''Yaşasın Halkların Kardeşliği'' sloganına bir kez daha sıkı sıkıya sarılıp bu bilinçle davra-nıp, bunun propagandasını yapmalıyız.

Kahrolsun Milliyetçilik!
Yaşasın Halkların Kardeşliği!

24 Ekim 2011

Tsk'nın Balonu Sönüyor!...

Her ne kadar şimdi unutulsa da son dönemlerde gazetelerde çıkan bir haber herkesi şok etmişti. Habere göre bir teğmen nöbette uyuduğu gerekçesiyle bir askere el bombasının pimini çekerek vermiş ve 4 asker “şehit” olmuş. Teğmen olayla ilgili açıklamasında; Fırsat eğitimi kapsamında el bombasının pimini çekerek “mandalını bırakmadığın sürece patlamaz” deyip, bombayı askerin eline verdim. Bundan maksadım, el bombasının önemini kavraması idi. “Sonra pimi takacaktım”. Daha sonra askerin bombayı düşürmesiyle patlama yaşandı ve 4 er hayatını kaybetti. Bu olayda elindeki bombanın ne zaman patlayıp ne zaman patlamayacağını bilmeyen asker görmüş olduk. "Güçlü Ordu” bu mu? Bu olay karşısında birçok insan şok oldu. Birçok kesim inanmadı yâda inanmakta zorluk çekti. Çünkü ordu onların gözünde adeta kutsaldı ve söz söylenemezdi. Yapılan birçok anket ve araştırmalarda da Türk halkının en çok güvendiği kurum TSK idi. Türk halkı kışlaları peygamber ocağı olarak görmektedir. Halka göre ordu bu ülkenin bütünlüğünün teminatıdır. Eskiden askere gitmeyene kız bile verilmezdi. Askere gitmeyen halk nezdinde adam sayılmazdı, çünkü vatana olan borcunu ödememişti. Fakat yaşadığımız şu günlerde özellikle son olarak “Ergenekon” olaylarından sonra halk nazarında ordu kısmen de olsa prestij kaybı yaşadı.  4 askerin kasten öldürülmüş olmasıda “gözbebeğimiz TSK”ya bir leke daha sürdürdü. Türkiye halkının “koruyucusu” olan TSK'da yıllardır buna benzer olaylar yaşanmaktadır. Fakat burjuva medya ve TSK bunları hep gizlemiştir. Bu ülkede ordu bütünlüğün teminatı değil kapitalist faşist sistemin koruyucusudur.  
vat_2Vatandaşlar vatana borçlu mudur?
Bu soru hiç sorulmadı. İşin özü devlet mi halk için, halk mı devlet için vardır?! Ya da halk mı devlete hizmet etmeli devlet mi halka hizmet etmeli sorusunu herkesin cevaplaması gerekir. Evet, ben bu ülkede vergi ödeyen bir insanım, üstelik ödediğim vergi dünyanın en pahalı benzininden tut, en fahiş elektriğine kadar geniş bir yelpazeden alınıyor. Oturduğum evden, çalıştığım işe, okuduğum kitaba, hatta okuduğum üniversiteye kadar devlet benden bir nevi haraç alıyor. Ben bu ülkede yaşamak için çatır çatır para veriyorum. Ben emeğimin “karşılığı” olarak belirli bir miktar para alıyorum ve devlet benim emeğim üzerinden de değişik yollarla haracını almakta. Bir nevi bu ülkede sürdürdüğüm hayatın kirasını alıyor. Peki, bana ne veriyor! İnsan onuruna yakışır bir yaşam, insan hakları, demokrasi veya eşitlik mi? Biraz daha genişletelim, kusursuz bir sağlık hizmeti, bilimsel bir eğitim sistemi, sinir hastası olmadan ulaşım hizmeti mi?  Hiçbirini!
Ellerinizdeki şeylere ve hayat standartlarınıza bir bakın! Baktıktan sonra bana vatan borcundan bahsedebilir misiniz? Pardon yanlış oldu, haklısınız! Kapitalizmin boyunduruğu altında yaşadığımızdan, doğduğumuz gün hanemize yazılan bir borç var, onu unutmuşum. Ya bu borcumuzu ömrümüzün sonuna kadar ödeyeceğiz, ya da kapitalizme ve faşizme  karşı mücadele edeceğiz. Gün, dünya halklarının kurtuluşu için devrimci mücadelenin içinde yer alma ve insan onuruna yakışır bir yaşam için  mücadele etme günüdür.
YDG Okuru Bir İşçi

Çalış(tır)ma Şartları!!!

Merhaba arkadaşlar,
Ben Safranbolu Meslek Yüksekokulu geleneksel el sanatları mezunuyum. Uzun süredir eğitmen olarak iş arıyorum. Geçtiğimiz günler de bir iş ilanında anaokuluna, el sanatları eğitmenine ihtiyaç olduğu yazıyordu. Hemen telefona sarılıp arayayım dedim. Arayıp randevu aldım ve görüşmeye gittim. Görüşmeye gittiğimde, görüştüğüm teknik öğretmen beni işe alabileceğini ancak bazı şartlarının olduğunu söyledi. Nelerdir diye sorduğumda öncelikle buraya öğrenci getirmem gerektiğini, kendisinin de öğrenci başına 150 TL para kazandığını söyledi. Ancak bununla da yetinmeyip Kürt olup olmadığımı sormaya başladı. Daha da ötesi  ailemle kalıp kalmadığı mı, sevgilimin olup olmadığını sordu. Sevgilimin olduğunu, ailemle kaldığımı, Kürt olmadığımı ancak çok Kürt arkadaşımın olduğunu ve Kürtleri çok sevdiğimi dile getirdim. Aslında bu cevaplar onu vurguna uğratmıştı. Tavırlarından ve söylemlerinden de anlaşıldığı gibi bu öğretmenin tek amacı bir eğitmen bulmak değil bulduğu eğitmenden de her türlü yararlanmaktı. Kendisine eğitimciyim diyen de böyle yapıyorsa, bir öğretmene tamamen cinsel obje olarak bakıyorsa ve onlara iş bulma vaatleriyle nasıl ağıma düşürürüm yoları arıyorsa, soruyorum bunları nasıl eğitmen yaptınız! İşin kötü tarafı bunu yapan bir eğitmen ve bu eğitmenin yetiştireceği gençleri bir düşünün! Üniversiteler açıyoruz, hatta açıktan bile bölüm sayısı yükseltiyoruz, ancak sorun üniversite açmak mı yoksa eğitimli işsiz sayısını çoğaltmak mı bilinmez. Bu devirde okumak aslında bir lüks! Evet, herkesin okuma hakkı vardır, aynı zamanda bitirdiği bölümde iş bulma hakkı. Ancak kapitalist ve emperyalist sistemde paran varsa okursun, çevren varsa iş bulursun! Eğitimin parayla olduğu gibi birde okulu bitirdikten sonra devlete borçlu oluyoruz. Şu anda devlete 3000 TL borcum var. Bunun sebebi de okurken devletten burs almam. Har(a)ç kısmına da hiç girmiyorum. Anlayacağınız bu kadar zorluklarla okuduğumuz halde hala işsizler kadrosundayız. calisma_2Öğretmen kadrosunda açık olmasına rağmen hala yeterli atamalar yapılmıyor. Sözleşmeli öğretmenleri kadroya almak için devlet bekletiyor. Tabi kendi adamları kolaylıkla kadroya giriyor. Bunun dışında halk eğitim merkezlerinde birçok sanat dalı kapatıldı. Tiyatro vb. öğretmenliği sıradan kişilere devreden ve öğretmenleri ücretli-sözleşmeli adı altında emek sömürüsüne maruz bırakan sistem, eğitimi sıradanlaştırıp bilimden uzak bir hale dönüştürmektedir. Hatta ellerinden gelse bugün tüm okulları yeşile bile boyarlar. Ancak benim yarınlara dair umudum var. Biz gençler mücadelenin en yükseğindeki meşalesini yakacağız.
Ydg Okuru Genç Bir Kadın

Sürgünlerden doğan bir yaşam; Aram Tigran

Halkların kardeşliğini yapmış olduğu müzik ve değişik dillerde söylediği parçalarla topluma anlatmaya çalışan ender insan Aram Tigran. Sürgünlerle geçen bir yaşam öyküsüne sahip. Babasının ailesi 1915 ermeni tehcirinden kurtulanlar arasındadır. Batman'ın Sason İlçesi Bianda Köyü'nde o zamanlarda sadece 15-20 kişi hayatta kalabiliyor. Kurtulanlardan biriside Aram’ın babasıdır. Oradan bir şekilde Suriye’ye kaçıyorlar. 15 Ocak 1934 tarihinde Aram Tigran, Suriye’nin Qamişlo kentinde dünyaya geliyor. Yaşamı yoksulluk içinde geçiyor. Aram, dokuz yaşındayken müzikle ilgilenmeye başlıyor. Bu yaşlarda ut çalmaya başlayan Aram, 20 yaşındayken Kürtçe, Ermenice ve Arapça şarkılar seslendiriyor. 55 yıllık müzik yaşamı boyunca Aram, 230'u Kirmancî, 150'si Arapça, 30’u Türkçe, 10'u Süryanice, 8'i Yunanca, 7’si Zazaca şarkı okudu. Unutulmaz beste ve albümler bırakan Aram’ın Keçê Dînê, Heva Ferat, Ey Welato, Em Hatin, Diyarbekira Şerîn, Dayê Min Bedre, Çiyayê Gabarê ve Ay Dîlberê'den oluşan bir albümografisi bulunuyor.
Aram Tigran 8 Ağustos 2009 tarihinde Yunanistan’da hayatını kaybetti. Vasiyeti üzerine Diyarbakır'a defnedilmesi planlanan Ermeni kökenli sanatçı Aram Tigran'ın, vasiyeti ne yazık ki yerine getirilemedi. Sebebi malum Türkiye halleri ve bürokratik engeller! Türk vatandaşı olmadığı bahanesi öne sürülerek engel olunmuştur. Vasiyetinin yerine getirilemeyişinin esas nedeni bizce Ermeni asıllı oluşu ve Kürtçe dilinde albümler yapmasıdır. Fakat bu gerekçeyle engel olan devlet bürokrasisi -zihniyeti- yakın tarihte, bir zamanlar vatandaşlıktan çıkardığı Nazım Hikmet’i yeniden vatandaş kabul ederek mezarının Türkiye’ye getirilmesini istemektedir (tabi bunu da değişik çıkarları söz konusu olduğu için yapmaktadır). aram_konserKürt dilinde müzik yapmak isteyen veya yapan insanlar bu ülkede bu vb. yaklaşımlarla hep karşı karşıya kalmışlardır. Aram yalnızca bunlardan biriydi. Fakat Aram, söylemiş olduğu türkülerle ve hayattaki duruşuyla Kürt halkının gönlünde taht kurmayı başarmıştır. Ona bir avuç toprağı çok gören (zamanında topraklarından da eden) bu zihniyet bugün açılımdan bahsetmektedir. Onlara göre açılımın kırmızı sınırları vardır ve bu kırmızı sınırlar her geçen gün kendini göstermektedir. Bizlere göre de Aram’ın dağ gibi bir yüreği vardır ve o sınırların çok çok üzerindedir. Halklar hapishanesine çevrilen bu topraklar uzun yıllardır çok büyük acılar çekti. Aram’da bu acıyı en çok yaşayanlardandır. Kürt halkı elbet bir gün Aram’ı yeniden bu topraklara getirecektir. Ruhuna kelepçe vurmak isteyen bu zihniyet istese de istemese de

1917 Kızıl Ekim Devrimi

20.yy başlarına emperyalist güçlerin çıkarları doğrultusunda, dünyayı kendi aralarında paylaşmak için başlatmış oldukları 1.Dünya Savaşı damgasını vurdu. Bu savaşta etkin bir sol oynayan Rusya'da Çarlık ise kendi topraklarına yeni topraklar katmak amacıyla savaş politikasını sürdürdü. Savaş bir yandan çarlığı, toprak ağalarını, çiftlik beylerini zenginleştirirken, bir yandan ise ülkede savaşa sürülen yoksul kitleleri daha da yoksulluğun sefaletin içine çekiyordu.1917 yılına gelindiğinde, savaşla birlikte artan yiyecek, hammadde, yakıt sıkıntısı beraberinde katmerleşerek açlığı, yoksulluğu ve ölümleri de getirdi. 1917 yılının ocak aylarından itibaren gelişen ve daha da artan kitle hareketleri, kendisine açlık ve ölümden başka bir şey getirmeyen çarlığın yıkılması gerektiğini alanlarda haykırıyordu. Grevler baş göstermeye ve genel bir grev haline gelmeye başladı. Şubat ayına girildiğinde yüz binlerce işçi grev halindeydi. Kitle hareketinin ve gösterilerin düzen sahiplerini korkutacak boyuta ulaşmasıyla generaller, emrindeki askerlere göstericilerin dağıtılması için işçilerin üzerine ateş açılması talimatını gönderdiler. Ancak savaşın getirdiği felaketten nasibini almış askerler, işçilerin üzerine ateş açmayı reddettiler. Şubat ayında ayaklanan ve yerel iktidarları ele geçirip buralarda Sovyetler oluşturan işçi ve askerler, bakanları ve generalleri tutuklamaya başladılar. En nihayetinde Çar 2. Nikolay tahtından indirildi.

Rusya'da Çarlığın yıkılmasından hemen sonra Dumanın (parlamento) eski temsilcileri olan liberaller ve Menşevikler anlaşarak geçici hükümeti kurdular. Komitenin başkanlığına toprak ağası olan Rodzyanko getirildi. Menşeviklerin ağırlıkta olduğu Petrograt İşçi ve Asker Sovyetleri de burjuvaziyle anlaşarak bu hükümetin kurulmasını onayladırlar. Geçici hükümetin başına ise, Çar 2. Nikolay'ın kendi hükümetine başkan yapmak istediği Prens Lvov getirildi.
Geçici hükümet ikili iktidar tarafından oluşturuluyordu. Bir yanda burjuvazinin temsili hükümeti diğer yanda ise devrimin başkahramanı olan, geniş kitleye sahip olan fakat burjuva hükümetiyle gönüllü olarak bir araya gelen İşçi Asker Sovyetleri. Bu ikili iktidar sınıfsal ve politik karakteri birbiriyle zıt, Lenin'in de dediği gibi “şimdiye kadar düşünülmemiş ve düşünülmesi mümkün olmayan” bir yapıya sahipti. Geçici hükümet devrimcilik taslıyor fakat iktidarın yönetici konumlarına eski hükümet yandaşları getiriyordu. Bu hükümet toprak ağalarının, çiftlik beylerinin toprak mülkiyetine ve çarlığın feodal maddi temeline dokunmuyordu.
Çarın devrilmesinden sonraki gelişmeler sömürücü sınıfın yerine işçi ve emekçi iktidarının kurulması değil,  sömürücü sınıfın iktidarı, temsili sömürücülere sahtekârca devretmesinden başka bir şey değildi. Geçici hükümet halkın en baştan beri talep ettiği savaşın bırakılması yerine, savaşa katılan diğer emperyalistlerin işçi ve emekçilerine ukalaca burjuvazinin oyununa gelmeyin çağrısı yapıyordu.
cccpBurjuvazinin söz ve yetkisini bulundurduğu geçici hükümet, devrimden duyduğu soylu gururla seslenerek halkı aldatıyor ve meseleyi, çarlık yerine geçen sahte cumhuriyette, Rusya'daki savaşın sosyal ve politik karakteri değişmiş gibi gösteriyordu. Geçici “Devrimci Anavatan Avunması” aldatması adı altında yürütülen savaş, ilhaklarda ve bankalarında belli ölçüde çıkarı olan küçük mülk sahiplerinin çıkar ve görüşlerinin ifadesiydi. Ayrıca burjuva hükümeti, işçi ve emekçilerden oluşan Sovyet hükümetini görmezden- duymazdan gelerek kendi iktidarını mutlaklaştırmaya çalışıyordu.
Lenin bu süreç içerisinde en başından beri “burjuva hükümetinin kendisini güvenilir kılma zorunda olduğunun, işçi ve emekçilerin ise burjuvaziye asla güvenmemek zorunda olduğunun” altını çiziyordu. Sınıfsal konumu ve çıkarları tamamıyla zıt olan bir ikili iktidarın mümkün olamayacağını söylüyordu. İşçi ve emekçilerin devrimin gelişmesini güvence altına alabilmesi için devrimin ikinci aşaması yani proletaryanın iktidarı tek başına ele alması gerekiyordu. Geçici hükümet devrilmeliydi çünkü o burjuvazinin temsil ettiği hükümet olarak ne gerçek bir barış, ne ekmek, ne de özgürlük getirebilirdi.
Lenin önderliğindeki Bolşevikler geçici hükümetin sahte devrimciliğini ve ikiyüzlülüğünü teşhir etmek için kitleler üzerinde yoğun bir çalışmaya giriştiler. Bolşevik Parti sayıca zayıf durumda olmasına rağmen, işçi ve emekçi kitlesinin durumu iyi bir örgütlenme ile gelecekte büyük gelişmeleri beraberinde getirebilirdi. Artık geçici hükümetin kendi taleplerini görmezden gelmesine, seslerine kulak asmamasına tepki gösteren kitleler, kendilerini Bolşevik sloganlarla alanlarda buluyordu. Bolşevikler öncülüğünde gelişen ve geçici hükümete karşı ayaklanan gösteriler muazzam boyutlara ulaşmıştı. Hükümet,  kitlelerin iktidarı istemesine ve alanlarda ürkütücü boyutlara ulaşmasına karşı ateşle karşılık verdi. Gösterilerde onlarca kişi öldü. Geçici hükümetin devrilmesi konusunda artık hiç bir şüphe kalmadı. Devrimci durumun gelişmesi ve bunalımın olgunlaşması üzere Lenin halkın silahlı müfrezelerinden oluşturulan Kızıl Ekim ayaklanması zamanının geldiğini açıkladı:”ne erken, ne geç şimdi tam zamanı... Devrimimiz 2-3 günlük mücadeleye bağlıdır.” Silahlandırılmış halkın ayaklanması sonucu, geçici hükümet devrildi ve dünya tarihinde ilk olan Proletarya Diktatörlüğü,  Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği kuruldu.

Umutsuzluktan Umuda…

Merhaba arkadaşlar şimdi bahsedeceğim konu umutsuzluktan umuda, ezilip horlanmaktan sömürülüp kullanılmaktan onurlu bir çalışma hayatına giden yolun hikâyesidir.
Bundan üç yıl kadar önceydi… İşler gayet yoğun giderken aralık ayında yine işler düştü, mesailer bitti. Zam ayı geliyordu! Maaşlarımıza zam verilene kadar ve daha sonra ki bir iki hafta fazla iş olmayacaktı. Maaşımıza yapılan üç kuruş zammı bu sürede sindirecektik! Biz birer birer patrona gidip, daha fazla zam isteyip emeğimizin karşılığını almaya çalışacağız, patronda şartlar böyle işler düşük vs vs. diyecekti. Daha da ısrar edersek parmağını kapıya çevirip beğenmiyorsan yol orda diyecekti. Dedi de dört yıl geçmişti arkadaşlarıma maaşımı söylemeye utanıyordum. Olmuyordu resmen sömürüyorlardı ve bir şey yapmalıydık. Ya çıkıp gidip başka iş bulacaktık yâda bir çözümünü bulacaktık. Fakat bu seferde yine aynı senaryoyu başka bir patronla oynayacaktık.
Haklarımız neydi bilmiyorduk, bilsekte tek başımıza idik. Bir fiskeyle uçacak, zar zor kurduğumuz derme çatma, kör topal giden hayatımız yine bundan öncekiler gibi alt üst olacaktı. Bu sorunları bir arkadaşımla ve bir ağabeyimle paylaşıyordum. Bana sendika dedi! Sendikalı olmak zor iş ama başarırsanız haklarınızı alırsınız. Bu iş böyledir yoksa her gün daha fazla sömürülür ve biraz yaşlanınca yani güçten düşünce, kapının önünde buluverirsiniz kendinizi dedi. O akşam düşündüm ve birkaç hafta her gün her gece çalışmaktan kollarım ağrıyıp nefes almak için her durduğumda, yapılan her zorlamada her haksızlıkta, uzun uzun düşündüm. Başka yol yoktu ne olursa olsun denemeliydim sonuçta ne kaybedebilirdim ki.. Ha burada ha başka bir yerde emeğimle hayatımı kazanan milyonlarca insandan ve insanca yaşamak isteyen işçiden biriydim.
Karar verdim, konuştuğum arkadaşımın tanıdığı bir sendikacı varmış. Beni bir akşam onunla tanıştırdı. İki arkadaşımla beraber gürültülü bir kafe de konuştuk. DİSK’e bağlı Birleşik Metal-İş Sendikası’nda çalıştığını söyledi. Bize haklarımızı anlattı ve bu işin ne kadar zor olduğunu belirtti. Anayasada her işçinin sendikalı olma hakkının en doğal hak olmasına karşın, bu sistemde çok zor olduğunu anlattı. Ve yapacaklarımızı, ne kadar dikkatli olacağımızı, yapacağımız bir hatanın nelere mal olacağını anlattı. Başka çare yoktu o gece içimde anlatamayacağım bir heyecan vardı.
Sendikacı arkadaşın söylediklerini harfiyen uyguladık. Her arkadaşla ayrı ayrı ve işyeri dışında konuştuk. Yaşadığımız sorunları anlattık ve bu konudan kimseye bahsetmemelerini söyledik. Kendimizi sakladık, geri planda durduk. Bir komite kurduk ve her hafta toplantı yaptık. Bazı arkadaşlar işten ayrıldı. Onların yerine daha fazla işçi arkadaş geldi. Onlara sendikadan hemen bahsedemedik, çünkü tanımıyorduk ve zaman gerekliydi. Hem tanımak için hem de uygun bir yolunu bulup yaşadığımız sömürüye dur demenin tek yolunun bu olduğunu anlatabilmek için…
Zaman uzadı, arkadaşlar sabırsızlandılar, bazıları umudunu yitirdi bazılarının başka bahaneleri vardı. Noterde imzaya gidiyoruz desem geleceklerdi ama hiçbir şey için kılını kıpırdatmıyorlardı ve yalnız kalmıştım. Sendikacı arkadaşla toplantıları erteliyordum. “Arkadaşlar bıraktı!”, “yalnız kaldım!”, demeye utanıyordum çünkü o ne zaman ihtiyacımız olsa hemen geliyordu, nerde takılsak yardım ediyordu. Sonunda itiraf ettim artık yalnızız dedim. Oda olsun dedi, umudunu yitirme kurtuluş o kadar kolay değil, biz devam edeceğiz dedi. Söylediklerinden bir harf şaşmadım, bu arada yeni gelen bir arkadaşla tanıştım. Olan biteni ona da anlattım bana katıldı, yardım etti. O yeni arkadaşlarla konuştu, ben eskilerle… Ve bir gün konuştuğumuz arkadaşları saydık, listeler yapıyor, kim kiminle konuşacak kararlaştırıyorduk. Biz konuşamıyorsak bize yardım eden arkadaşları devreye sokuyorduk. Böylece küçük gruplar halinde örgütleme yapıyorduk. Gizlilik esas ilkemizdi! Sayıyı gizlice toplamıştık. Yani %51 çoktan geçmiştik. Son bir toplantı yaptık ve günü kararlaştırdık. İmzaya gidiyorduk! Servislerden inen arkadaşları sendikanın tuttuğu araçlarla notere götürecektik. Kimler kiminle gidecek, kimleri nerden alacağız, saatlerce konuştuk. Her arkadaşın telefon numarasını almıştık ve akşamdan arayarak herkese haber verdik. Sabah oldu işe gittik. Herkesin kalbi yerinde durmuyor akşam olacak ve diğer servislere binip imzaya gidecektik. Son zil çaldı ve çıktık. Listelerdeki arkadaşları aldık. Servislerden indikten sonra diğer servislerle iletişim mükemmeldi. Yolda gerekli sayıyı topladık. Eksik yoktu! Ben bir sorun çıkmaması için çırpınırken sendikadan bir arkadaş bana “tamam, örgütlemişsiniz sakin ol artık” dedi. Sendika salonunda herkes birbirini gördü. Kimse böyle bir şey beklemiyordu! Bazıları şaşkınlıkla en yakın arkadaşının bu işin içinde olduğunu orda gördü. İmzalarımızı attık ve o akşam işimiz bitti sanıyorduk ki, bize hayır dediler… Yarın işe gidince dikkatli olacaksınız, gizliliğe aynen devam! Bizde söylenenleri aynen yaptık ama içimizden biri bizi patrona ihbar etmiş. Patron korkmuş ne yaparım diye düşünmüş ve bazı arkadaşları içeri çekip laf almaya çalışmış ama başaramamış. Sonunda bizi işten atamayacağını ve artık bir şey yapamayacağını anladı. Çünkü bir yıldan beri almak için uğraştığı işin hemen öncesinde oluşturduğumuz bu örgütlülük karşısında boyun eğmekten başka bir şey yapamadı. Yetkiye ve iş koluna itiraz etmedi ve sözleşme masasına oturduk.
Bu ömrümde yaşadığım en gururlu andı. 2 yıl kadar süren mücadelemiz, verdiğimiz emek boşa çıkmadı ve yüzde %31’lik bir ücret farkıyla sendikalı olduk. Daha sonra komitenin seçimi ile temsilci olduk. Artık bizimle konuşma gereği bile duymayan, muhatap almayan patronla, haftada bir yâda iki defa arkadaşların işyerindeki sorunlarını çözmek için toplantı yapıyoruz. Kendi ücretimizin belirlenmesinde söz sahibiyiz. Sendikamızın yaptığı eğitimlerle haklarımızı öğreniyoruz, reva görüleni değil emeğimizin karşılığını alıyoruz. Şimdi başardık diyorum! Şimdilik kendi işyerimizde ve muhakkak başka işyerlerinde de umutsuzluk sömürü bir gün yerini umuda bırakacak. Onurumuzla çalışıp, insanca yaşayacağız. Son olarak çok sevdiğim bir şarkının sözlerini sizinle paylaşmak istiyorum.
Boynu bükük bir papatya olduğuma bakıp ta
Senden vazgeçtim sanıp sakın aldanma
Yedi kat yerin altından örgütlenip
Takılıverdim saçının arasına …umut
Yeni Dünya Gençliği Okuru / İstanbul

Kürt sorununun çözümünden uzak yaklaşımlar ve Kürt çocuklar!

Son dönemlerde bir tartışmadır almış yürüyor. Herkes merakla hükümetin Kürt açılımını bekliyor. Başbakana kalırsa zaten Kürtçe televizyon ve bazı üniversitelerde açılacak olan Kürt dili ve edebiyatı bölümleri ile zaten açılım başlamıştır diyor.  Başta DTP olmak üzere muhalefet bu açılımı her yönüyle eleştire dursun tartışmalar duracak gibi değil. DTP, içinde Kürtlerin olmadığı bir çözüm haritası Kürt sorununu güvenlik sorunu olarak görmektir ve bu tutumun Kürt sorununu çözemeyeceğini dile getirirken, Kürt sorunu, içinde Kürtler olmadan çözülemez diyerek tepkilerde bulunuyor. Üstüne birde Abdullah Öcalan’ın 15 ağustosta açıklayacağı yol haritası ise başka bir tartışma başlattı. “Terörist başıyla anlaşmak”, “katille el sıkışmak” vb. tartışmalar da gündemde yerini sıklıkla almaktadır. Bu açılım tartışmaları ve hükümetin açıklamaları ile Kürt sorununda ciddi ilerlemelerin olacağına dair bir kanı yaratılmaktadır. Oysaki bu yaklaşımların Kürt sorununun çözümü ile uzaktan yakından alakası yoktur. Belli demokratik açılımların yapılacağı açıktır. Fakat bu Kürt sorunun çözümünde yeterli değildir. Öncelikle samimi bir anlayış daha baştan “devlet büyüklerimiz” tarafından ortaya konulmamaktadır. Samimiyetsiz açıklamalar, R.T. Erdoğan tarafından da gittiği her yerde yapılmaktadır. Bunu anlamak için illa da âlim olmaya gerek yok! Devletin, tek bayrak, tek vatan, tek millet açıklamalarından kurtulması, şimdilik oldukça zor. Daha ne olduğu tam belli olmayan –ne olacağı aslında üç aşağı beş yukarı belli- bir açılımı süreç içerisinde beraber göreceğiz.

Bir yandan açılım tartışmaları sürerken diğer yandan Kürt halkına yönelik her türlü baskı, yıldırma ve asimilasyon politikaları da artarak devam etmektedir. Devletin Kürt sorununun çözümündeki yaklaşımları alenen ortadadır! Taş atan Kürt çocuklarına verilen cezalar ve uygulamalar devletin aynasıdır. Yaşları 15-17 arasında değişen Kürt çocukları, PKK örgütünün propagandasını yapmak, örgüt üyesi olmak ve polise taş atmak suçlarından 10 yıl ile 8 ay arasında değişen hapis cezalarına mahkûm oldular. PKK militanı bir kişi dağda yakalansa ve olaya karışmadığı tespit edilirse 5,5 yıl ceza alıyor, ne gariptir ki taş atan çocuk ise 25 yıl hapis istemiyle yargılanıyor. Bu çocuklara yetişkinlere yapılan muameleler yapılıyor. Küçücük çocuklara “azılı terörist” muamelesi yapılmaktadır. Bu çocuklar en güzel çağında geleceksizliğe mahkûm ediliyorlar. TÜRK Tabipler Birliği'nin, 18 yaş altı 104 çocuğun kaldığı Diyarbakır E tipi Cezaevi raporunda, fiziki koşullara ilişkin yaptığı değerlendirmeler insanın tüylerini ürpertecek cinsten;
“Yatakhanenin tavanında tek bir flüoresan lamba var. Kişi başına 3 metrekare alan düşüyor. TMK (Terörle Mücadele Kapsamı) bölümünde buzdolabı çalışmıyor. Kapak açılınca içinde çok sayıda hamam böceğinin olduğu gözlendi. TMK olan çocukların koğuşunun mutfağındaki havalandırma penceresinin tel örgüsü yırtık. Çocuklar bu yırtıktan iri sıçanların zaman zaman koğuşa girdiğini söyledi. Cezaevinde verilen yemekten zaman zaman diş, çivi, böcek çıktığı iletildi.” Şimdi, çocukların kaldığı cezaevlerindeki durumla ilgili olarak siz buna ister “devlet ayıbı”, ister “kötü muamele” isterse de başka bir şey söyleyin. Fakat bizim buna söyleyecek sözümüz bellidir. İşte bu durum, devletin Kürt sorununun çözümüne bakış politikasının aynasıdır.

TC devleti terörle mücadele adı altında, Kürt halkı üzerindeki baskılara her geçen gün taktik değiştirerek devam etmekte. Böylece sadece geleceğin gençleri olan çocukları değil, aynı zamanda aileleri de yıldırmaktadır. Oysaki bu çocuklar taş atıyorsa orada yolunda gitmeyen ciddi şeyler vardır ve bu göz ardı edilemez bir durumdur. Türk basını da özellikle çocukları kullanma yalanını topluma dayatma uğraşı içindeyken bir taraftan da devletin sucunu temize çekmekte ve bu çocuklar için sessiz kalmaktadır. Medyanın bu ırkçı, şoven yaklaşımları sayesinde Kürt ulusuna mensup kişilere karşı linç vb. olaylarda yaşanmaktadır.

Ne ilginçtir ki bu ülkede faşist, dinci, gerici olmak bazen bir meziyet gibidir. İster katil, ister hırsız, ister uyuşturucu taciri yâda kadın satıcısı olsun hiç fark etmez. Faşist olup ta birde demokrat katletmişsen kahraman olarak yargılanır, yâda direk aklanırsın. Kürt ya da herhangi bir emekçinin çocuğu isen vay haline. Hele hele Kürt çocuğuysan, potansiyel başı ezilesi bir “terörist”sin.
Anlamazlar Kürt çocuğunun içindeki fırtınayı, anlamazlar içindeki özgürlük ateşini. Çocuklara karşı işlenecek en büyük suç, çocukları suçu ne olursa olsun suçlu olarak hapse atmak, en güzel çağlarında özgürlüklerini ellerinden almak, geleceksizliğe mahkûm etmektir. Oysa onları kazanmak, eğitmek, bilinçlendirmek varken, bu çocukları daha da karanlığa itmek, tepkisini hıncını büyütmekten başka ne işe yarar. Çocuk gibi yaşamak ve çocuk gibi muamele görmek yeryüzündeki tüm çocukların hakkıdır, hakkı olmalıdır. Kapitalist sistemde ne Kürt sorunu gerçek anlamda çözülebilir, nede çocukların çocuk ruhuyla koşabilecekleri savaşsız bir dünya mümkündür.  Tüm ulusların ayrılıp ayrı devlet kurma haklarının olduğu ve birlikte eşit, özgür bir yaşam kurdukları bir sistem ancak sosyalizmde mümkündür.
Yeni Dünya Gençliği / İstanbul

Har(a)çlar Zamlandı!

Türkiye Cumhuriyeti devleti sosyaldir!!! Nedense her defasında bu sosyal cumhuriyetin, sosyal düzenin egemenleri bu cümleyi, her zaman asosyal uygulamalarının altına sığışıp kaldıklarında ve her defasında her nedense bir savunma içgüdüsü içerisinde cılız ve titrek bir ses ile dile getiriyorlar. Sağlıkta yeni uygulamalar yapılıp SSGSS… vb yasalar mı çıktı; “devletimiz sosyaldirrr”, üretimde özelleştirmeler yapıp işçi emekçiler rekabet çarkları arasında canları çıkarcasına sömürüldüğünde (gerçi ha devlet sömürüsü ha özel sermaye sömürüsü ikisi arasında bir fark yok.); “Devletimiz sosyaldirrr”, eğitimde parası olan parası kadar okusun, öğretmenlerin canı çıksın, şimdi de yoksul emekçi çocuklarının karşılayamayacağı bir biçimde üniversite harçlarına zam yapılsın, arkasından biraz endişeli-ürkek, biraz mecburi ve daha çok ne dediğini bilen ama bilmezlikten gelen, ortaya atılan fakat bu laf sahibinin kim olduğu asla bilinmesin endişesiyle, üşengeç bir ses “devletimiz sosyaldirrr”. Komik geliyor belki ama bir üniversite öğrencisi olarak ben durumu böyle resmettim kafamda. Bugün bir  babayiğit, bir cengaver çıkıp ta alnı çatlarcasına “Devletimizzz soyaldirrrr!!! Eğitim sistemimiz parasız, bilimsel ve geleceği elinde bulunduran onurlu, yetenekli, halkının refahı için bilim üreten gençliği yetiştiriyor. Sağlık sistemimiz mükemmel işliyor. Toplumun her kesimi bugün sağlıktan ücretsiz bir şekilde yararlanıyor. Tüm bunların devamı ulaşım, kültür, kadın sorunu, insan hakları… vb alanlarda da kendisini gösteriyor. Devletimizzz sosyaldirrr!!! ” diyebilir mi. Tabi ki diyemez. Neden mi? Çünkü diyemez de ondan. Haa bir de şuna da değinmeden geçemeyeceğim, bu aralar bazı ilginç söylemler de gündemde. Bazı burjuva aydın kesimler, devletin halkı mağdur ettiği durumlarda, “devletin sosyal olmadığı” durumlarda sosyal devleti harekete geçirebilmek için şunu dile getiriyor; “bu noktada sosyal devlet mekanizmasının devreye girmesi gerek”. Evet. Ben buna anlam veremiyorum doğrusu. Yani bizim anladığımız sosyal devlet denilen şey, bir makineden mekanizmadan ibaret midir ki ihtiyaç duyulduğu koşullarda düğmesine basılıp devreye girsin. Diyelim ki öyle bir şey ve ihtiyaç duyulduğu koşullarda (Örn; sağlığın paralı hale geldiği, SSGSS gibi yasaların çıkması durumunda) düğmesine basılıp çalıştırılsın. Ama öyle durumlar var ki bu sosyal devlet denilen mekanizma hiç çalışmıyor. Bu durumda ne diyeceğiz: “ya şunun yağına suyuna bir bakalım belki ondan çalışmıyordur” mu diyeceğiz? Komik doğrusu. Sosyal devletle ilgili çok sosyal muhabbetimizi bir kenara bırakıp asıl konumuza devam edelim.
Bilindiği gibi gelinen süreçte üniversitelerdeki har(aç)lar gündemde. 1980 sonrası Türkiye’sinde, küresel sermeyenin Neoliberal politikalarıyla birlikte el ele yürüyen ve muazzam bir şekilde artan, ülkenin her alanını sarıp çevreleyen, girmedik delik bırakmayan, üretimi ve ürün pazarını çok genişletip sınırsız kar elde etme hedefleyen anlayış, üniversiteleri de etkisi altına aldı. Artık üniversiteler bilim yuvası olmaktan çıkıp birer kar yuvası haline geldi. Üniversiteler, bu süreçle birlikte gerçek misyonu olan halkın çıkarları için bilgi üretmek, refah ve huzuru sağlamak için bilimi kullanmak yerine, kendi öz değerlerini bir yana bırakıp halkı daha başka nasıl soyarım peşine düştü. Bu temelde de önüne koyduğu hedefleri adım adım gerçekleştirmekte.
Geçen ay Yüksek Öğretim Kurulu’nun (YÖK) 2009–2010 akademik yılında üniversitelerin katkı paylarına (harçlarına) yüzde 8’den yüzde 300’e kadar zam yapılmasına ilişkin talebi hükümete iletilmişti. Kendi öz değerlerinde sözde herkese eşit, parasız ve nitelikli bir eğitim hizmetini savunan bu “sosyal” devlette, nasıl olurda tam da bu amaca aykırı yapılan bu kadar zam gözlerden kaçırılır şaşılası. Bunlar olağan durumlar. Ülke genelinde biz öğrencilerin yoğun protesto gösterileri sayesinde devlet geri adım atıp “aslında bizim yapmak istediğimiz bu kadar değildi bunu medya abarttı” der gibi pişkin pişkin zamları yüzde 8’e düşürdü. Bu durumda kesin olmamakla beraber 1. ve 2. öğretimlerin harçları zam ile birlikte;
Yüzde 8’lik zam oranına göre normal öğretim yapan tıp fakültelerinin yeni harcı 591, diş hekimliği ve eczacılığın 494, veterinerliğin ise 386 lira olacak. Mühendislik, mimarlık, ziraat ve orman fakülteleri ile güzel sanatlar fakültesine gidecek öğrenciler bu yıl 316 lira, fen-edebiyat, dil-tarih-coğrafya, ilahiyat, eğitim, mesleki eğitim, sağlık eğitim ve iletişim fakültelerine devam edecek öğrenciler 284 lira harç ödeyecek. Hukuk, iktisat, işletme, siyasal bilgiler, iktisadi ve idari bilimler bölümleri ise 313 lira harç alacak.
İkinci öğretim öğrencileri ise daha fazla katkı payı ödeyecek. Yüzde 8 zam oranına göre ikinci öğretim veteriner fakülteleri için 2 bin 134, mühendislik ve mimarlık bölümleri için bin 529, hukuk, iktisat ve siyasal için bin 155, edebiyat, eğitim, ilahiyat ve sağlık eğitim fakülteleri için ise bin 27 lira harç ödenecek. Devlet Konservatuarının ikinci öğretimi için öğrencilerin 4 bin 268, yüksekokullar için ise bin 155 lira katkı payı ödemeleri gerekecek.
Yapılan yeni zamlarla birlikte sıradan bir işçi emekçi çocuğu için üniversitede okumak bile lüks haline geldi. Üniversite bünyesinde çalıştırılan öğrencilerin maaşına yıllardır zam yapılmazken, işçilere ve emeklilere bu kadar az zam yapılırken, ekonomik krizin faturası biz işçi ve emekçilere kesilmeye devam ediliyor. Harçlara yapılan bu haksız zamma karşı muhalefet alanını genişletmek hepimizin görevi…
Değerli Yeni Dünya Gençliği okurları, ben de bir Yeni Dünya Gençliği okuru ve onun mücadelesini görev edinen bir üniversiteli olarak kendi sorunumu dile getirdim. Buradaki amacım birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için ilkesini geçerli saymamdır. Bugün ki kapitalizm koşullarında, bu kokuşmuş düzenin iltihapları hayatın her alanında kendisini gösteriyor. Bir işçinin alın terinin sömürülmesinde, öğrencilerin harçlarına yapılan zamda, kadının şiddet gördüğü ve töre cinayetlerine kurban gittiği yerde, toplumdaki şiddetin artışında, ahlaki çürümenin kendisinde… vb altında bu ceset kokusu veren, ücretli köleliğe dayalı, yozlaşmanın had safhada olduğu, kar hırsından başka hiç bir şey düşünmeyen kapitalist sistem yatmaktadır. Mücadelemiz birdir. Mücadelemiz tüm bunların yaşanmayacağı yepyeni bir düzen yaratmak, sosyalizmi kurmaktır!!!
                                                                                         Üniversiteli bir YDG okuru
16.08.2009

Düzen Partisi Tartışması Üzerine...

Yeni Dünya Gençliği (YDG) bülteninin 13. Mart sayısının kapağında, DTP ve TKP’nin logoları bir dizi düzen partisi logoları ile birlikte iç içe yer aldı. Partilerin logolarının yer aldığı zemin üzerinde,  “Geleceğini karartma! Düzen partilerini seçme!” yazısı var. Bu kapak ve “Geleceğini karartma! Düzen partilerini seçme!” çağrısından yola çıkılarak, DTP ve TKP’yi düzen partisi olarak gördüğümüz eleştirisi getirildi.  Ziyaretçi defterimiz üzerinden düzen partisi tartışması yürüdü. Tartışmaya katılan okurlarımızın bir bölümü, DTP ve TKP’nin düzen partisi olarak adlandırılmasının doğru olduğunu savunurken, bir bölüm okurumuz bu partilerin düzen partisi olarak adlandırılmasının doğru olmadığını savundu. YDG Bülteni’nin 16. Haziran sayısında, bir okurumuzun DTP ve TKP’nin düzen partisi olarak görülmesine yönelen bir eleştirisi ve bu eleştiriye YDG adına tavır takınan yazılar yayınlandı.
Bu tartışmalar sonucu olarak, geldiğimiz noktada düzen partisi tartışması hakkında şunları düşünüyoruz:

* 13. sayımızda kapakta DTP ve TKP’nin logolarının bir dizi düzen partisi logosu ile iç içe verilmesi, bilinçli yapılan bir tercih değildir. Bültenin teknik işlerini yapan yoldaşlar internetten hazır logoyu alıp, üzerine düşünmeden, tartışmadan olduğu gibi kapağa koymuşlardır.
13. sayımızda yerel seçimleri konu edinen, “Düzen partilerine oy vererek kendi geleceğimizi karatmayalım!” başlıklı yazıda DTP, TKP düzen partisi olarak adlandırılmamaktadır. Yazı içinde düzen partileri, AKP, CHP, MHP, DP, DSP, ANAP, SP, BBP vs. olarak verilmektedir. Kapakta DTP ve TKP logolarının düzen partileri logoları ile iç içe olması, logolar üzerinde yer alan “Düzen partilerini seçme!” yazısı, DTP ve TKP’yi düzen partisi olarak gördüğümüz eleştirisinin temeli olmuştur.
DTP, TKP logolarının faşist, karşı devrimci, düzen partileri logoları ile iç içe verilmesi, kapağa konulması yanlış olmuştur.

*16. Sayımızda YDG adına yayınlanan yazıda, DTP ve TKP düzen partisi olarak adlandırılmakta, bu partilerin neden düzen partisi olduğu açıklanmaya çalışılmaktadır.  Bu yazıda düzen partisi kavramının içeriği; devrim ve sosyalizm programına sahip olmamak, düzeni yıkmayı açıkça hedeflememek, düzeni orasından burasından düzeltmeye çalışmak vb. olarak doldurulmaktadır. Çok kabaca reformist olma ile düzen partisi olma eşitlenmektedir.

Düzen partisi kavramının içeriğinin bu şekilde doldurulmasından yola çıkılarak, her reformist grubu, partiyi düzen partisi ilan etmek mümkündür. Nitekim reformizmin sermayenin düzenini yıkma derdi değil, düzeltme derdi vardır.
Düzen partisi kavramının içeriğini böyle doldurmak, reformist partilerin niteliğini açıklamaya yetmediği gibi yanlıştır da.
YDG olarak yürüttüğümüz tartışmalar sonucu, düzen partisi kavramının içeriğini şu şekilde dolduruyoruz:
Sermayenin egemenliğini savunmak, düzenle bütünleşmek, egemen sınıfların bir kanadı tarafından desteklenmek, egemen sınıfların şu veya bu kanadının siyasi çıkarlarını savunmak vb. Bu tanımlara uyan her partinin düzen partisi olarak adlandırılması, işçiler, emekçiler içinde teşhir edilmesi doğrudur.

*DTP’ye uyan en iyi tanımlama, onun Kürt milliyetçisi reformist bir parti olmasıdır.
TKP ise, reformist niteliği yanında, Kemalist Türk milliyetçisi olması, ulusal sorunda sosyal şoven bir parti olması, onun niteliğini açıklayan en iyi tanımlamadır.
Bir bütün olarak ele alındığında, DTP, TKP şahsında yürüyen düzen partisi tartışması bizim için de oldukça öğretici olmuş, yaptığımız bir yanlışı görmemizi sağlamıştır. Tarafımızdan bu iki partinin düzen partisi olarak adlandırılması, savunulması yanlış olmuştur.

Bu iki parti esas olarak reformist olmalarına rağmen, sermayenin düzeni ile bütünleşmedikleri, egemen sınıflar tarafından desteklenmedikleri, egemen sınıfların herhangi bir kanadının siyasi çıkarlarını savunmadıkları için düzen partisi değildirler.
Yeni Dünya Gençliği

Erdoğan'dan ilginç benzetme: "Soykırım"!

Temmuz ayıyla birlikte havalar iyice ısınmaya başlarken gündemde de oldukça sıcak gelişmeler yaşandı. Askere sivil yargı yolunun açılabilirliği tartışması gündemi oldukça meşgul ederken, Cumhurbaşkanı Gül, askere sivil yargı yolunu açan yasayı onayladı ancak ek düzenleme istedi. Gül’ün yasaya yeşil ışık yakması önümüzde oldukça sıcak günlerin yaşanacağını işaret etmektedir. İktidar dalaşı da hızla, sertleşerek devam etmektedir. Ayrıca 25 Haziran’da Çin’in doğusundaki Şaugoan kentinde, bir fabrikada iki Uygur’un öldürülmesini protesto için Urumçi’de düzenlenen gösterinin, polisin silahlı müdahalesinin ardından Hanlara saldırıya dönüşmesi ve salı günü Hanların intikam için Uygur semtlerini basmasıyla gelişen ve büyüyen olaylar da gündemin bir diğer konusu olarak önümüzde durmaktadır.

Başbakan R.T.E yine Davos’taki çıkışına benzer “Vahşet ifadesini Türkiye’de zaten kullandım, onun da arkasındayım… Çünkü yüzlerce insanın öldürüldüğü ve 1000’i aşkın insanın yaralı olduğu bir olayı, adeta bir soykırım herhalde başka bir kelime ifade etmez” biçiminde keskin söylemlerde bulunmaktadır. Davos’taki çıkışının seçim sahtekârlığı olduğu herkes tarafından bilinmektedir. Sanırız ki seçimlerde kaybettiği imajını yine benzer bir çıkışla yeniden tazeleme maksadı içerisindedir. Yanı başında yıllardır Kürtlere yapılan katliamları görmeyenler, şimdi dünyanın öteki ucundaki yaşanan gelişmelere böylesi sözde “duyarlı” olmamaları tamamıyla bir sahtekârlıktır. Nerede bir Türk ulusuna mensup veya Müslüman olanlara karşı yapılan bir haksızlık varsa hemen şahlanmayı iyi bilmektedirler. Fakat dünyanın herhangi bir yerindeki farklı ulusların yaşamış veya yaşamakta olduğu katliam ve haksızlıklara sessiz kalmaları da bir diğer noktadır. Yani kendinden veya kendisi gibi olanlara sahip çıkılmakta, kendinden olmayanı da umursamamaktadırlar. Bunu Erdoğan’ın şu cümlesinden çıkarmak oldukça basittir. Erdoğan’a sorulan “soykırım sözünün biraz sert olduğunu düşünüyor musunuz?” sorusu üzerine yanıtı şöyledir; “Kullandığım ifadeyi bilerek kullanıyorum, inanarak kullanıyorum. Şu anda Çin’deki bu olay, adeta bir soykırımdır. Bunu daha farklı bir şekilde yorumlamanın bir anlamı yok. Çin’in toprak bütünlüğünden yana olduğumuzu, hep söyledik. Ama oradaki soydaşlarımızın da hukukunun korunmasını her zaman bizler talep etmişizdir. Bu da en tabii, en doğal bir yaklaşımdır.” En tabii, en doğal yaklaşımdan kastettiği Kürt ulusu içinde geçerli değil midir? Özerkliği hiç ağzınıza almazken, kendi dilini özgürce kullanma ve kimliğini istemesi gibi “doğal” bir istemleri hep geri çevrilmedi mi? Bir de bu soruları yanıtlayın bakalım sayı R.T.E…

Çin’de yaşanan olaylarda 150’yi aşkın insanın polisin silahlı müdahalesi sonucu öldürülmesi ve 800’ü aşkın yaralının olması kabul edilebilir bir durum değildir. Dünyanın neresinde olursa olsun azınlıkların yaşamış olduğu baskı ve zorlamaların karşısında olmalıyız. Fakat yine de şunu gözden kaçırmamak gerekir. Her emperyalist, kapitalist ülke gibi Çin’de, kendi içerisinde gelişen ve kendince “tehlike” olarak görünen her olayı, bir şekilde durdurur ve bunu genellikle silah zoruyla, kanla bastırma biçiminde gösterir. Yani katliam ve zorbalığın yaşandığı bir ülkeyi eğer diğer kapitalist-emperyalist ülkeler kınıyorsa bu bir sahtekârlıktır. Faşizm kapitalizmin yol arkadaşıdır. Her kapitalist ülke faşizme gerek gördükçe başvurur. İster burjuva demokrasisi yerleşmiş olsun, ister olmasın… Birinde kanlı yüzüyle ortaya çıkarken, birinde değişik baskı ve sindirme politikasıyla ortaya çıkabilir. Ve bu yöntemlerin hepsini gerek görürse kullanır. Sözün kısası, şiddeti ve katliamları çok uzaklarda görenler, kınayanlar, timsah gözyaşları dökenler önce durup kendi ülkesine bakmalıdırlar. Ülkemizde yaşanan katliamların hesabı hala verilmemiştir. Sivas’ı, Maraş’ı, Çorum’u unutmadık! Katledilen faili meçhullerin hala üstü kapatılmaktadır! Coğrafyamızda yaşayan azınlıklara ve Kürt ulusuna karşı yapılan katliam, baskı ve asimilasyon politikaları hala devam etmektedir. Çin’in Uygur Türklerine karşı uyguladığı politika belki daha katmerli bir biçimde T.C devleti tarafından Kürt ulusuna uygulanmaktadır.
Hiç birinin bir birinden farkı yoktur. Al birini, vur ötekine!

YDG/İstanbul

Kapitalizm imaj tazeliyor...

ABD kapitalizmi, son seçimlerinden önce yok olma ve kaosa sürüklenme korkusu yaşamaya başlamıştı. Irak’ta ki işgal ve dünya kapitalist sistemindeki kriz ile yıpranmış bir Amerika ve Bush yönetimi vardı. ABD’de seçimlerde bu derinleşen ekonomik kriz ortamında yapılmıştı. Demokrat görünümlü siyah  Obama dünyaya ve Amerika’ya kurtarıcı olarak lanse edilmişti. Sanki A.B.D de şimdiye kadar siyahlar Bakan olmamış veya seçilmemiş gibi abartılı olarak ırkçılığın sona erdiğini ve devrim olarak nitelendirenler oldu. Gerçekten öylemi oldu? Bizler seçimlerden sonra Amerikan başkanının değişmesinin esasen bir yenilik olmadığını Obama’nın da Amerikan emperyalizminin bir temsilsisi olduğunu defalarca yazmıştık. Kapitalist-emperyalist sistemin ve mali sermayenin güvenini kazanmasa ne Rice Amerika Dış İşleri Bakanı olabilirdi nede Obama Amerika Başkanı olabilirdi. İlk önce gelişmelere yorum yapmaktan çok, neden Amerika da seçim öncesi Obama farklı bir seçim propagandası yaptı. Sanki Amerika ya başkan değil de bütün dünyaya kurtarıcı seçilecekti. Obama dünyanın ilgisini çekmeyi bir anda başardı. Özellikle siyah oluşu ve demokratik (burjuva demokrasisi) söylemleri çok etkili olmakla birlikte Obama ya puan kazandırdı. Peki, Neden bir siyah Amerikan Başkan adayı olarak seçim favorisi yapıldı? Neden Dünya gündemini aylarca Amerikan seçimleri meşgul etti? Bu ve benzeri sorular burjuva medya tarafından hiç sorulmadı. Çünkü o arada “Süpermeni” yaratmaya çalışıyorlardı.
Amerika’daki başkanlık seçimleri süreci her açıdan sancılıydı. Bir tarafta Amerika merkezli dünyayı saran ve dahada derinleşecek olan bir mali kriz, öbür tarafta özellikle Irak’taki savaş sonrası dünya kamuoyu nezdinde ki başarısızlık, Amerika’nın imajını oldukça zedelemişti. Özellikle Müslüman ülkelerde Amerika dünya halklarının baş düşmanı olarak görülmekteydi. Seçimler sonrası Obama’nın özellikle Türkiye ziyaretinden sonra Ortadoğu ve Müslüman halklar için değişik politikalarının uygulanmaya başlandığını gördük. Müslüman ülkelere yapılan ziyaretler birbirini izledi. Mısırda Kahire Üniversitesi’nde yaptığı konuşmayla İslam dünyasına seslenen Obama, Filistin ile İsrail arasındaki sorun için iki devletli çözüm olasılığına desteğini belirtiyor ve İsrail'den Batı Şeria’da ki yerleşim birimi inşasına, Filistinlilere de şiddete son vermeleri çağrısında bulunmuştu. İsrail, Filistin'in mevcudiyet hakkını tanımalı diye konuşan Obama, İsrail ile bağlarının sağlam olduğunu, ancak Filistin'deki durumun hoş görülemeyeceğini belirtti. Her fırsatta Müslüman halklara karşı olmadığını belirten Obama, Mısır’daki konuşmasına Esselamün Aleyküm diyerek başladı. ABD’nin Müslüman politikalarının sonuçlarını görmek için çok uzağa gitmeye gerek yok. Herkes çalıştığı iş yerindeki işçilerin neler konuştuklarına şöyle bir kulak kabartsın ve korkunç gerçeğe tanık olsun. İşçiler ve emekçiler gözünde Amerikan başkanı “adil”, “Müslüman dostu”, “barıştan yana”, “ırkçılığa karşı”, “demokrat” bir başkandı artık. Çünkü burjuvazi böyle bilinmesini istiyor ve emekçilerin gözleri sahte politikalarla boyanmaya çalışılıyor. Dünya halkları bugün hala açlık-yoksullukla ve savaşlarla baskı işkence ile yönetilmektedir.  Kapitalizmin krizi hiçbir zaman bitmemiş ve bitmezde… Sınıf çelişkilerinin derinleştiği ve keskinleştiği bu kriz döneminde,  insanların açlıkla baş başa bırakıldığı, her gün fabrikaların kapandığı, işsizliğin çığ  gibi büyüdüğü bir dönemde Amerikan Başkanı Obama hangi demokrasi ve hangi ekonomik güçle insanları rahatlatabilir? Pratiğinde gördüğümüz gibi emekçiler için yapılan hiç bir şey yok! Kendi kapitalistlerini kurtarma çabaları gütmektedirler. Çünkü Obama Amerikan emperyalizminin ve sermayesinin bir temsilcisidir.
Biz işçiler ve emekçiler basit imaj yenileme çabalarına kanmamalıyız. Bu kan emici keneleri üstümüzden atmalıyız.
YDG/İstanbul

M.E.B sıfır "0" çekti!

Sonunda Milli Eğitim Bakanlığı gençlerimizin 2009 yılı başarı seviyelerini açıkladı.  Milli Eğitim Bakanlığından yapılan açıklamaya göre SBS sınavında birinciliği İstanbul Üsküdar Özel Bilfen Çamlıca İlköğretim Okulundan Cansu Güngör, Ankara Özel Yenimahalle Pınar İlköğretim Okulundan Yahya Ertuğrul Geçkil, Malatya Yeşilyurt Özel Rahime Batu İlköğretim Okulundan Melih Altay 500′er puan ile birinciliği paylaşmışlar. Ne mutlu eğitim sistemine ki, tam puan alan öğrencilerimiz var.
Aslında sonuçlar biz emekçileri Milli Eğitim Bakanlığına karşı mahcup etti. Çünkü özel okulların ezici üstünlüğü dikkat çekiciydi. Biz emekçilerin okuduğu devlet okulları oldukça başarısız olmuştu. Acaba yetkililer bu konuda utanıyor mu?  Hiç sanmıyorum! Çünkü özel okullar ve dershaneler dev bir sektör haline gelmiş durumda. Devlet okullarındaki eğitim artık tüm insanlar açısından ciddiye bile alınmamaktadır. Her bir aile zorunlu harcamalarından kısarak çocuklarını -çokta iyi olmayan- dershanelere göndermeye çalışıyor. Tabi buda geniş bir emekçi kesiminin içinde küçük bir azınlıktır.
Sınav sonuçları açıklandıktan sonra özel bir kanal birincilerle röportaj yaptı. Birincilerden Melih Altay isimli çalışkan arkadaş, yaşadığı zorlukları anlatırken gözlerimiz yaşardı. Çok fedakârlıklar da bulunduğunu açıklayan arkadaş, sırf sınav yüzünden piyano derslerinin aksadığını söylerken içimiz parçalandı!!! Açlık, yoksulluk içinde boğuşurken okullarına gitmek için kilometrelerce yol kat eden milyonlardan habersiz olsa gerek bu genç arkadaşımız! Eğer eşit şartlarda bilime dayanan bir eğitim sistemi olsa idi, bizler eminiz ki emekçi çocukları da tam puan alabilirdi.
ÖSS ye dönüp baktığımızda tekrar dershanelerin ve özel okulların ezici üstünlüğünü görüyoruz. Bu yıl dikkat çeken bir diğer durumda sıfır çeken binlerce gencin artması oldu. Buda bizlere eğitim sisteminin tamamen çürüdüğünü ve paran varsa iyi bir eğitim alırsın -oda özel okullarda- gerçeğini dayatıyor. Çünkü bu sistemde nasıl ki emekçilerin insanca yaşama hakkı yoksa, emekçi çocuklarının da eşit eğitim hakkı yoktur. İnsan onuruna yakışır bir yaşam ve gençliğin gerçek kurtuluşu sosyalizmde mümkündür.
YDG Okuru / İstanbul

Yankee Go Home!

Tarih 15 Temmuz 1968.  Amerikanın 6.Filo'su 8 günlük “ihtiyaç molası” sebebiyle bir yıl aradan sonra tekrardan İstanbul'a gelir. Dönemin hükümeti tarafından konuk edilen 6.Filo huzurunda İstanbul sokakları süslenip, gazinoların ve genel evlerin boyandığı hafızalardan silinmemiştir. Türkiye'de 1960'lı yılların yarısından sonra yükselen anti-emperyalist gençlik hareketi beraberinde, yoğun tepkilere ve gösterilere neden olacak 6. Filo, yaşanılacaklardan habersiz olarak denizden karaya adımlarını atmıştır. Haziran 68'de İstanbul ve Ankara'da üniversite işgallerini, Temmuz başında İstanbul Derby Lastik Fabrikası'ndaki DİSK'li işçilerin işgali izler.

6 Filo askerlerine karşı ilk protesto İTÜ (İstanbul Teknik Üniversitesi) öğrencileri tarafından Dolmabahçe’de gerçekleştirilir. Burada Türk bayrağını yarıya kadar indiren öğrenciler eylemlerini, İTÜ Talebeler Birliği Başkanı Harun Karadeniz tarafından şöyle dillendirirler: “Türkiye’nin tam bağımsız bir ülke olduğuna inanmıyoruz ve onun için bayrakları yarıya kadar çekiyoruz.”

16 Temmuz'da, Amerika'nın sayısız darbe ve katliamlarında rol almış 6.Filosu'na karşı eylemler devam eder. Eğlence yerlerinin ve genelevlerin olduğu Beyoğlu’nda, akşam saatlerinde genç kadınlarla sarmaş dolaş gezen Amerikan askerleri, kıstırılan her köşe başında tartaklanır. Askerlerin kaldığı otel taşlanır. ABD ve emperyalizme karşıt gençliğin,  Amerikan askerlerinin bu topraklardan defolup gitmeleri üzerinde şekillenen, artan ve tüm İstanbul'u saran bu eylemleri üzerine emniyet teşkilatı devreye girer.

Protestolar üzerine 17 Temmuz sabaha karşı 4.30'da İTÜ Yurt binaları polis tarafından basılır. Uyurken baskına uğrayan öğrenciler polis tarafından linç edilir. Olaylar sırasında Türkiye İşçi Partisi üyesi Vedat Demircioğlu ikinci kat penceresinden atılarak hayatını kaybeder. Baskın sonucu 53 öğrenci yaralanırken, 32 öğrenci gözaltına alınır.
Sabahın ilk saatlerinde yurttaki olayların haberini alan devrimci öğrenciler, yurdun önüne akın ederler. Toplanan kalabalık, polis terörünü protesto etmek amacıyla taksime doğru yürüyüşe geçer.
Öğleden sonra Dolmabahçe sahiline doğru yürüyüşe geçecek olan ve çevreden gelen destekle sayıca artan kalabalık, Amerikan askerlerinin irtibat bürosunu ateşe verecektir. Amerikalıları taşıyan araçlar taşlanıp, taş yağmuruna tutulan Amerikan erleri, teknelerine binmeye fırsat bulamadan dövülerek denize dökülmüştür.
1960'lı yılların sonlarına doğru 6.Filo olaylarıyla birlikte Türkiye devrimci gençlik hareketi gelişmekte, anti-emperyalist, anti-faşist ve devrimci mücadeleyle harmanlanmaktaydı. O dönem 6.Filo'yu denize dökmekle birlikte büyük cesaret örneği gösteren devrimci gençlik emperyalizme karşı mücadele ederken, sağcı kesimler ise bu gelişmelere tamamen kayıtsız kalmanın yanında, aksine provokasyonlarla devrimci gençlik ile çatışmalara girmiştir.
68 kuşağının bağımsızlık sloganı haline dönüşen “6.Filo Defol!!!”, “Yanke Go Home!!!” bugün hala ciddi şekilde güncelliğini korumaktadır.

Eğitimin bitmeyen çilesi...

Merhaba Yeni Dünya Gençliği okurları,

Ben sizlerle yeni tanışan bir üniversite öğrencisiyim. Yakın bir tarihte arkadaşımla sohbet ederken eğitim sisteminden bahsettik. Bende kendi okuduğum Hitit üniversitesinden ve yaşadığımız sorunlardan bahsettim. Arkadaşım okulum hakkında bir yazı yazmamı önerdi. Yazıma başlamadan önce söylemek istiyorum ki bu ilk yazma deneyimim. Ben öncelikle benimde başımda olan yaz okulundan bahsetmek istiyorum. Çünkü şuanda yaz okulu için Çorum’dayım.

Yaz okulu Üniversitede okuyan öğrencilerin dönem içinde kaldığı dersleri vermek için ya da hiç almadığı dersleri almak için yaz ayında katlandığı çile anlamına gelmektedir. Öğrenci bu yaz okulunda üstten de ders alma hakkına sahiptir.  Yaz okulu uygulaması her üniversitede bulunmamaktadır. Bazı okullarda da bütünleme sınavları bulunmaktadır. Yaz okulu 7 hafta sürmektedir. Açılan her derste dönem içinde verilen ders saati  kadar  ders işlenir. Yaz okuluna gelmek isteyen öğrenciler yaz okulunun başlamasından  önce belirlenen tarihlerde ön kayıt ve kesin kayıt işlemlerini bitirmek zorundadır. Her ders için bir ara sınav bir de dönem sonu sınavı olmak üzere iki sınav yapılır. Öğrencilerin başka bir üniversitede de yaz okuluna girme hakları vardır. Her okulda bu sistem uygulanmıyor, Bazı okullarda uygulanan sistem ise bütünleme sınavıdır. Yılsonunda dönem içinde başarısız olunan derslerden sınava girilen bir uygulamadır. Bu uygulama yaz okulu sömürüsünden bir nevi daha iyi bir uygulamadır. Öğrenci “Yaz Okulu” için mecburen okula gelip, 7 hafta okulda derslere girip dersleri verme mecburiyetindedir. Yaz okuluyla kıyaslarsak bütünleme sınavı daha ekonomiktir.

Neden bütünleme değil de yaz okulu uygulaması yapılmaktadır?

Bütünleme yaz okulu uygulaması kadar getirisi olmayan bir uygulama çeşididir. Yaz Okulu uygulamasında kredi başına alınan paralar o dersi açıp eğitim veren hocaya gitmektedir. Örneğin bir hoca''SİZİN ELİNİZDE KALEM VARSA BENİM ELİMDE SİLGİ VAR” diyebiliyorsa gerisini siz düşünün! Bütünleme sınavında dönem içinde kalınan derslerden yılsonunda sınavlara girip verilebiliyor. Bu bakımdan yaz okulundan daha insaflı bir uygulamadır. Bizler, birçoğumuz işçi çocuklarıyız ve yaz tatilinde, birazda olsa çalışıp ailemize destek olma hayalleri kurarken birde bakıyoruz ki haydi 7 hafta yaz okuluna! Bu da konaklama, elektrik, su vb. gibi dertler anlamına gelmektedir. Yaz okulları üniversitelerin nasıl ticarethanelere dönüştüğünün bir göstergesidir. Bilim yuvaları olması gereken üniversiteler maalesef bilimden uzak, çarpık eğitim sistemi sayesinde yozlaştırılmaktadırlar. Bilime inanan, bilim yolunda bir şeyler yapma çabası içerisinde olanların önüne bu tür engellerin çıkarılması, ülkenin bilimden uzak üniversitelerle dolmasına neden olmaktadır. Bu gibi yozlaşmaların geçmişte de örnekleri çoktur. Geçmişten ders almayı bilmiyoruz. Örneğin, Osmanlı Devletini örnek verecek olursak matbaa 400 yıl gibi çok uzun bir sürede İbrahim Mütefferika tarafından getirilmiştir. Önemli bir nedeni de yine günümüzde bulunan çıkarcıların o dönemde de olmasıdır. Sırf hattatların işsiz kalmaması için onca halkı cahil kalmaya mahkûm etmişlerdir. Ülkemizde altmış bin küsur tane okul yetmiş bin tane de cami mevcut. Buradan da ülkemizin ne kadar eğitime önem verdiği bellidir. Bizler bilime inanan gençler olarak bu çarpık eğitim sisteminin çarkları arasında sıkışmış kalmış durumdayız. Bizlerin istediği eğitim sistemi böyle bir sistem değildir. Bizler eğitim sisteminin bir bütün olarak değişmesi ve okulların bilime dayalı eğitim vermesini istiyoruz.

Yeni Dünya Gençliği okuru / Çorum

2 Temmuz mitingi yapıldı!

Sivas Katliamı'nın 16. yıldönümü nedeniyle İstanbul Kadıköy'de 30 aşkın siyasi parti, sendika ve sivil toplum kuruluşunun katıldığı anma mitingi düzenlendi. Düzenlenen mitinge katılan kitle örgütleri saat 16.00 da Tepe Nautilus önünde toplandı. Sloganlar eşliğinde yürüyüşe geçen kitle, miting alanına girdi. Bizlerde “yeni dünya gençliği“ okurları olarak ÇAĞRI pankartı altında attığımız sloganlarla yürüdük. Saygı duruşuyla başlayan mitingde, 2 Temmuz İstanbul Tertip Komitesi adına yapılan konuşmada, devletin Alevileri sistemle bütünleştirmek istediğini ancak bizlerin hiçbir zaman devletin Alevileri olmayacağız vb. konulara değinildi. Konuşmada ayrıca, başta madımak otelinin müze yapılması, zorunlu din derslerinin kaldırılması gibi Alevilerin talepleri dile getirildi. Yapılan müzik dinletilerinden sonra kitle olaysız bir şekilde dağıldı.
Sivas katliamının sorumluları bellidir. İlla da parmakla işaret etmeye gerek yoktur. İlerici, demokrat, aydın insanları diri diri yakanlar, bugün hala bu ülkede (devletin herhangi bir kademesinde, aramızda) vicdanları rahat bir şekilde yaşamaktadırlar. Fakat şunu da iyi bilsinler ki bu katliamların hesabını işçi sınıfı elbet bir gün soracaktır.

Mitinge katılan bir YDG okuru

Şiddet neden?

Son zamanlar tüm toplumu sarsan cinayetler, katliamlar yaşandı. Adana’da emekli bir astsubay eşini, üvey çocuklarını ve diğer akrabalarından 8 kişiyi öldürdü. 11 yaşındaki bir çocuk annesini öldürdü. Terk edilmiş bir araçta 4 ceset bulundu. Mardin’de düğünü basan köy korucuları kadın, çocuk 45 kişiyi katletti. Birçok aile yok oldu, onlarca çocuk yetim kaldı.
Gün geçmiyor ki bu ve benzeri olaylara bir yenisi daha ekleniyor. Artan bu şiddeti kimileri sıcağa, kimileri insanların yoksulluğunun artmasına bağlıyor. Söylenenlerin büyük bir kısmı doğrunun bir parçasını oluşturuyor. Ama olayların temel nedenini oluşturan şey ne? Şimdi bu konuda bizde kendi fikrimizi söyleyelim.
Şiddet:
Erich Fromm şiddeti üçe ayırarak tanımlıyor: Tepkisel şiddet, ödünleyici şiddet ve kana susamışlık. Tepkisel şiddet insanın kendi (veya yakın çevresinin) yaşamını ve yaşamında önemli olan değerleri korumak amacıyla başvurduğu şiddettir. Tepkisel şiddet bir saldırıdan veya bazı şeylerin saldırı olarak adlandırılmasından kaynaklanabilir. Bir saldırı karşısında kendini savunmayı ve eleştiri karşısında saldırganlaşmayı buna örnek verebiliriz.
Ayrıca gereksinmelerin karşılanmasının engellenmesi de tepkisel şiddet kategorisi içerisinde yer alır. Yoksulluk karşısında zenginliğe saldırı bu anlamda meşruluk kazanır. Ayrıca kıskançlıktan kaynaklanan şiddette bu tür içerisinde yer alır.
"Öç alıcı şiddet" de, tepkisel şiddet içerisindedir. Fromm, bu şiddet hakkında "Güçsüzlerin, sakatların, zarar görerek yıkılmışlarsa, kendilerine saygılarını onarmak için başvurabilecekleri bir tek yol vardır; 'göze göz, dişe diş' kuralına göre öç almak. Yaratıcı biçimde yaşayan bir insan hiç de böyle bir gereksinme duymaz. Aşağılanmış, incinmiş olsa bile üretici yaşama süreci ona geçmişte gördüğü zararları unutturur. Üretme yeteneği, öç alma isteğine ağır basar... En geri topluluklarda öç alma duygusunun çok güçlü olduğunu görebiliriz. Bu yüzden, sanayileşmiş ulusların en çok ezilen alt-orta sınıfları, ırksal ve ulusal duyguların odaklandığı sınıflar oldukları gibi, öç alma duygularının da toplandığı sınıflardır..." demektedir.
Tepkisel şiddet grubu içinde en önemlisi ise "inancın -ve umudun- yıkılmasından doğan" şiddettir. Fromm bu konuda "Büyük ölçüde aldatılmış ve düş kırıklığına uğramış bir kişi yaşamdan nefret de edebilir. Yaşamın kötülük dolu, insanların kötü, kendisinin de kötü olduğunu kanıtlamak ister. Yaşama inanan, yaşamı seven, ama düş kırıklığına uğramış olan kişi böylece sinik, yıkıcı biri olup çıkar. Yıkıcılık umutsuzluktan doğmuştur; yaşamda karşılaşılan umut kırıklığı yaşamdan nefrete yol açmıştır."
Erich Fromm, "ödünleyici şiddet'i ise "güçsüzlüğü" gizlemeye ya da güçsüzlüğü "telafi" etmeye yönelik bir şiddet türü olarak tanımlıyor. İnsan "zayıflık, kaygı, yetersizlik" gibi nedenlerle eyleme geçemiyorsa "güçsüz "dür. Güçsüzlüğün verdiği acı ile ya güçlü bir kişi veya topluluğa boyun eğiyor ya da başkalarına zarar vererek ve bazen öldürerek kendini kanıtlıyor. Fromm bu durumu "Yaşam yaratabilmek, güçsüz insanda bulunmayan birtakım nitelikler gerektirir. Yaşamı yok etmek içinse, yalnızca bir tek nitelik -şiddete başvurmak- yeter. Böylece kendisini yadsıyan yaşamdan öç almış olur. Ödünleyici şiddet, güçsüzlükten doğan, güçsüzlüğü ödünleyen bir şiddet türüdür. Yaratamayan insan yok etmek ister... Ödünleyici şiddet, yaşanmamış, sakat bir yaşamın sonunda doğan bir şiddet türüdür. Bu şiddet, cezalandırılma korkusuyla bastırılabilir (...), ancak insanı yaşama bağlayan koşullarla ortadan kaldırılabilir. Ödünleyici şiddet, tepkisel şiddet gibi yaşamın hizmetinde değildir; yaşamın yerini alan hastalıklı bir şeydir; onun sakatlığının, boşluğunun kanıtıdır."  diye açıklıyor.
Erich Fromm'a göre, "kana susamışlık"ta kişi "kan akıtarak kendisini canlı, güçlü, eşsiz ve başkalarından üstün" duyuyor. Bu daha çok ilkel toplumlarda görülüyor ancak “çağdaş” toplumlarda da yer yer ortaya çıkabiliyor.
Şiddetin kaynağı:
Şimdi bu açıklamalara göre şiddetin kaynaklarına veya kaynağına bir göz atalım. Şiddet saldırı veya saldırı algılamasında, gereksinmelerin karşılanamamasında, öç almada, inancın ve umudun yıkılmasında, güçsüzlüğün ve zayıflığın gizlenmesinde ortaya çıkıyor. Şiddeti ortaya çıkaran bu durumların nedenleri ise neler?
İçinde yaşadığımız kapitalist toplum, ekonomik alanda serbest rekabete, bu anlamıyla da orman kanunlarına sahip. Güçlünün (zenginin) güçsüzü (yoksulları, işçi ve emekçileri) dilediği gibi ezdiği bir sistem kapitalizm. Birileri gereksinimlerini en üst sınıra kadar karşılayabilirken, büyük çoğunluk en temel gereksinmelerini bile karşılayamıyor. Güçlü olan devlet erki ve onun silahlanmış gücü ile (ordu, polis vb.) güçsüzleri bastırıyor, kölelik koşullarında çalıştırıyor. Adalet isteyen mutsuz çoğunluk devletin (gücün) zoru ile karşılaşıyor. Kapitalizm büyük çoğunluğa gelecek ve umut vaat etmiyor, milyarlarca insan geleceksizlik içerisinde umutsuzca yaşıyor. Yani görüldüğü gibi kapitalizm şiddeti doğuran bir sistemdir. Kapitalizm koşullarında şiddet nitelik değiştirse bile yok olmaz.
Ayrıca “Her Türk asker doğar” ve “Bir Türk dünyaya bedeldir” savlarıyla yetiştirilmiş bir toplumda şiddetin olması yadırganacak bir durum da değildir. “Asker doğan Türk” elbette şiddet uygulayacak, şiddeti ve bunun karşısında tepkisel-şiddeti yaratacaktır.
Son günlerde artan şiddet olayları, cinayetler bu toplumun ayrılmaz bir parçası durumundadır. Yoksullaştırılmış, yaşayabilmek için birbirlerine karşı rekabet etmek zorunda olan insanların şiddet kullanması olağan bir durumdur. Yaşanan olaylar ne için ve nasıl olursa olsun temel sorun “sorunların çözümünde şiddetin bir çözüm yolu” olarak görülmesidir. Kapitalizmin bireyi hastalıklı, sorunlu, şiddete eğilimli bir bireydir. En gelişmiş toplumlarda dahi şiddetin görülmesi bu durumu kanıtlamaktadır.
Şiddetin ortadan kaldırılması şiddetin kaynağı olan kapitalizmin ortadan kaldırılmasıdır. Başka bir yol yoktur. İnsanı insan yapan en temel değerleri paraya çeviren, doğayı, yaşam alanlarını kar hırsı ile yok eden kapitalizmden kurtulmadıkça, şiddetten kurtulamayız.
09.06.2009

Gülsüm sürgünde…

Gülsüm sürgünde…

GülsümMalatya’nın Yeşilyurt İlçesi’ne bağlı Kadiruşağı Köyü’nde sahibinin elinden kaçan Gülsüm inek ilköğretim okulunun bahçesinde bulunan Atatürk büstünü kırdı. Büstün kırılmasından dolayı başına bir iş gelmesinden korkan Gülsüm ineğin sahibi Gül Kılınç ineği köyden göndermeye karar verdi. Daha sonra cevval müfettişler köyde yaşayan herkesi sorguladı. Sorgulama sonunda Atatürk büstünü Gülsüm ineğin kırdığı anlaşıldı. İneğin sahibi bunun üzerine ineği İnekpınarı köyünde yaşayan bir akrabasına ucuz fiyattan satarak sürgüne gönderdi.
Gülsüm’ün yeni sahibi Ömer Ateş ise “Gülsüm, huysuz bir hayvan ancak sürgüne geldiği bu köyü sevmiş olmalı ki, artık huysuzluk yapmıyor” dedi. Olay basında duyulunca ineğin sütünün değeri arttı, çok yüksek fiyat verip satın almaya çalışanlar çoğaldı. Hatta yeni sahibinin verdiği bilgiye göre köye gelip inekle fotoğraf çektirenler bile olmuş.
Sonra anlaşıldı ki Atatürk büstü alçıdan yapıldığından kolay kırılmış. Şimdi ise büst çelikten tekrar yapılmış.
Olay tam olarak böyle, hiçbir abartı yok. Şimdi Gülsüm inek belki birazda gönüllü olarak sürgünde yaşıyor. Eee haklı da. Çünkü bir bakarsınız ceza alır da mezbahaneyi de boylayabilir, Atatürk “sevgisi” inek filan dinlemez. Gülsüm ineğin keyfi bile yerindedir sanırız, bir büstü kırmasından sonra gördüğü ilgiden. Sütü de para ediyor, kendisi de.
Ama bütün suç Gülsüm inekte mi yani. Ya ona Atatürk “sevgisini” vermeyenlere ne demeli.
Biz Gülsüm ineğe ve onun sürgüne gitmesine neden olanlara çok üzüldük. Ama iki taraf arasında çok fark var değil mi? Ne de olsa biri inek, ne yaptığını bilmiyor.

15-16 Haziran…

Bu yıl Türkiye işçi sınıfının Haziran büyük mücadele tarihinde çok önemli bir yeri olan 15/16 Haziran büyük işçi direnişinden doğru dersler çıkararak bunları bugünkü yarınki pratiğe ışık tutacak biçimde kullanmak, yarını şekillendirmek için dünden öğrenmek kuşkusuz 15/16 Haziran gibi bir olayı anmanın Marksist-Leninist yoludur.
1970 yılı ülkemizde tüm ezilenlerin ezenlere faşist düzene karşı kendiliğinden mücadelesinin büyük boyutlara ulaştığı bir yıldı. 1963 yılında çıkarılan bir kanunla grev hakkını kanunen de ele geçiren işçi sınıfı 1960’lı yıllarda bu silahı yaşam şartlarını iyileştirmek için kullanmada giderek ustalaştı. Birçok grev mücadelesi içinde işçi sınıfının ileri unsurları Türk-İş’in başındaki unsurların işçi düşmanı hainler olduğunu, bunların gerçekte patronlarla aynı saflarda olduğunu gördüler. Bu o dönemde Türk-İş’e alternatif olarak ortaya çıkan DİSK’in kısa zamanda güçlenmesine yol açtı.
Birçok büyük sanayi kuruluşunda DİSK Türk-İş’e ciddi bir rakip olmaya başladı. İşçi sınıfı içerisinde DİSK’in kazandığı birkaç başarıdan sonra DİSK’e doğru bir kayma başladı. İşçi sınıfı üzerinde Türk-İş’in aracılığı ile kurdukları hakimiyetin sarsılmaya başladığını gören hakim sınıf temsilcileri bu duruma dur diyebilmek için 274 sayılı sendikalar kanunu ve 275 sayılı toplu sözleşme, grev ve lokavt kanununda değişiklikler yapılmasını planladılar. Bu plana göre herhangi bir iş yerinde toplu sözleşme yapma hakkı işyerinin dahil olduğu iş kolunda en çok üyeye sahip olan ve o iş kolunda sigortalı işçilerin üçte birinin üye olduğu işçi federasyonuna da ülke çapında faaliyet gösteren işçi sendikasına ait olacaktı. Bu DİSK’in tasfiyesi, DİSK dışında da bazı küçük iş yerlerinde örgütlenen küçük sendikaların tasfiyesi, sendikal alanda Türk-İş’in kesin tekel kurması demekti.
15 Haziran’da İstanbul ve İzmit’te işçiler kanunlarda yapılmak istenen değişiklikleri protesto için büyük bir yürüyüş düzenlediler. 15 Hazirandaki yürüyüşe 70 bine yakın işçi katıldı.  16 Hazirandaki yürüyüşe katılım 150 bin civarında oldu. İşçi sınıfının muazzam gücü karşısında paniğe kapılan hakim sınıflar orduyu devreye sokmaktan başka çare bulamadı. Askeri birlikler polis birliklerinin hemen ardından işçilere karşı barikatlar kurdular. İşçiler silahsız ve örgütsüz olmalarına rağmen barikatları kağıt gibi parçaladılar. Polis ve askerlerle işçiler yer yer çatıştılar. Polis silah da kullandı üç işçi öldü ve yüzlerce işçi yaralandı.
Böyle bir ortamda 15/16 Haziran büyük işçi direnişinden doğru dersler çıkarmak büyük önem taşımaktadır. Bu büyük direnişten çıkarılması gereken dersleri maddeler halinde sıralayacak olursak sırasıyla şunları söyleyebiliriz:
İşçi hareketi birinci olarak devrimin Şiddete dayanacağını, bunun zorunlu ve kaçınılmaz olduğunu gösterdi.
İkinci olarak işçi hareketi burjuva devlet teorilerine ağır bir darbe indirdi. Halkın kurtuluşunu hakim sınıflardan beklemenin ne derece ahmakça bir hayal olduğunu gözler önüne serdi. Çünkü işçi direnişi tanklarla süngülerle sıkıyönetimle bastırılmıştı.
Üçüncüsü 15/16 Haziran büyük işçi direnişi gerçek kahramanın kitleler olduğunu bir kere daha gösterdi. Ve bir avuç seçkin aydın grubuna dayanarak devrim yapmayı hayal eden bireyci küçük burjuva akımlarına ağır bir darbe indirdi.
Bütün bu olgulardan alınması gereken ders, çıkarılması gereken sonuç şudur. 15-16 Haziran büyük işçi direnişi gerçekte Marksist- Leninistlere güçlerini işçi sınıfı içinde çalışmaya yoğunlaştırma için açık bir çağrıydı. 15/16 Haziran işçi direnişi Marksist –Leninistlerin önüne işçi sınıfının reformizmin ve revizyonizmin etkisinden kurtarılması için tutarlı, sistemli, planlı mücadeleyi işçi sınıfının ileri kesimlerinin komünizm davasına kazanılması görevini acil görev olarak koymuştu.
15/16 Haziran büyük işçi direnişi işçi sınıfı temeline oturtulmuş gerçekten Marksist-Leninist bir sınıf partisinin yaratılması güçlerin çözümü için yoğunlaştırılması sonucunu çıkarabilmek için verileri bir kez daha Marksistlerin- Leninistlerin önüne pratik olarak koydu.

ÖSS Duvarını Yıkalım etkinliği yapıldı

ÖSS sınavına sayılı günler kaldı. Her yıl yüz binlerce kişiyi eleyen, yalnızca sınava girenleri değil toplumun büyük bir kesimini etkisi altına alan ÖSS bir eleme mekanizmasıdır. Her yıl 1.5 milyon insan bu sınava giriyor. Fakat yalnızca 500 bin kişi yerleştiriliyor. Toplumun sadece ayrıcalıklı bir kesimi bu sınavdan “alnı ak” olarak çıkıyor. Çünkü eğitim sistemini paralı hale getirerek yalnızca parası olanın okuduğu, emekçi gençlerin ise sadece bir hayali olarak kalıyor üniversite kapılarından girmek. Sistem kendi elleriyle özel dershaneler açıyor ve bin bir çeşit kampanyalarla gençleri bu dershanelere gitmeye zorluyor. Adaletsiz eğitim sistemiyle küçük bir azınlık özel dersler alarak, kolejlerde okuyarak dershanelere milyarlarca para dökerek bu sınava hazırlanırken, emekçi çoğunluk ise sadece devlet okullarında okuyarak ve çoğu bir işte çalışmak zorunda kalarak bu sınava hazırlanıyor.
Milliyetçi ve ırkçı eğitim sistemi, anadilde eğitimi reddettiğinden kendi dilleri dışında eğitime zorlanan Türk olmayan gençler, daha baştan bu eleme mekanizmasından bir sıfır geride başlıyor. Yine sınava bir sıfır geriden başlayan erkek egemen sistemden kaynaklanan pederşahi yaklaşımlar nedeniyle zaten çok az kısmi okula yollanan genç emekçi kadınlar, bu eleme mekanizmasından nasiplerine düşeni alıyorlar.
ÖSS ve diğer sınav sistemleri birer eleme aracıdır. Çok açıktır ki sınavlar emekçilerle zenginleri birbirlerinden ayıran ve kafa kol emeğini derinleştiren birer mekanizmadırlar.
ÖSS’ye karşı birlikte örgütlenmek, bu mücadeleyi sınıf mücadelesine taşımayı görev bilmeliyiz.
ÖSS’ye karşı çeşitli etkinlikler yapılmaktadır. Mitingler, basın açıklamaları, toplantılar ve paneller. Bizlerde Esenyurt’ta 24 Mayıs Pazar günü, Güney Kültür Merkezi’nde, Yeni Dünya Gençliği, Gençlik Muhalefeti, Esenyurt Kolektifi ve Serinkuyu Köyü İnisiyatifi olarak, ÖSS Duvarını Yıkalım adı altında, ortak bir panel düzenledik.
Panel dört kurumun ortak bildirisinin okunması ile başladı. Ardından ÖSS’nin ne olduğu, kimleri elediği, kitle örgütlerinin ÖSS’ye karşı ortak etkinliklerinin gösterildiği bir slayt gösterisi ile devam etti. Panele Mayısta Yaşam Kooperatifi’nden genç bir arkadaş ile Eğitim-Sen 7 No’lu Şube’den Öğretmen bir kadın arkadaş katılarak sunum yaptılar.
Mayısta Yaşam Kooperatifi’nden genç arkadaş; ÖSS’nin ne olduğunu, kimleri nasıl elediğini ve buna karşı nasıl örgütlenmek gerektiğini anlattı. Sunumunda AOBP’yla ilgili kısa bir slayt göstererek anlatımını güçlendirdi.
Daha sonra Eğitim-Sen’den Öğretmen arkadaş soruna temelden yaklaşmak gerektiğini ve tarihsel olarak eğitim sisteminin nasıl geliştiğini ve nasıl mücadele edildiği ile ilgili bir sunum yaptı. Konuşmasında sık sık ÖSS sınavının kaldırılmasıyla, sorunun aşılamayacağı, sorunun bir sistem sorunu olduğunu ve ancak sınıf mücadelesi ile birleştirilirse çözüme gidileceğine vurgu yaptı.
Panel daha sonra soru-cevap ve tartışma bölümü ile devam etti.
Panelde sınava hazırlanan liseli arkadaşlarımız çoğunluktaydı. Katılımın 45 kişi olması olumlu idi.
Panel Tiyatro Güney’in kendilerinin yazdığı ÖSS Kabusu adlı kısa skeçin oynanması ve ardından verilen müzik dinletisi ile sona erdi.
Bizler diğer devrimci kurumlarla ortak etkinlik yapmayı önemsiyoruz. Bu tür etkinliklerin gelecekte de yapılması gerektiğini düşünüyoruz.
27 Mayıs 2009
YDG/Esenyurt

Evrim ve Türkiye

Türkiye’de “evrim” denilince akla ilk gelen “Evrim Teorisi” olur. Evrim teorisinden de Darwin ilk akla gelendir. Fakat sadece akla gelir! Akla geldiğinde de gerçeklik değil, uydurmaca olduğu gelir. Çünkü çoğu kimse evrimin ne anlama geldiğinden bi haberdir. Araştırma yapmayı bile birçok kişi gerek görmez. Evrimi, etrafından duyduklarıyla veya dalga konusu haline gelen gazete karikatürlerinden bilirler. Evrim teorisi hakkında en çok yaygın olan düşünce “insanın maymundan geldiği”, “atalarımızın maymun olduğu” düşüncesidir. Daha buna benzer bir dünya hurafe (üfürükçü, tükürükçü yalanları) halk arasında dönmektedir. Evrim teorisini din karşıtı olmakla suçlarlar. Evrim teorisini savunanları “allahsız, ateist” olarak gösterirler.
Türkiye’de evrim teorisi hakkında görüşleri yaygınlaşan “Harun Yahya” ismiyle tanınan Adnan Oktar adındaki sahtekâr, “evrim teorisi çöktü”, “evrim teorisi şeytanın bir hilesi” vb. safsatalarla Türkiye’de insanların bilinçlerini karartmaktadır. Bu sahtekârın televizyon, gazete vb. yerlerde sıkça reklamları yapılmaktadır. Evrim teorisini bilmeyip te bu kadar çok yorum yapılması en çokta Harun Yahya gibi akıl hastalarının yüzündendir.
Evrim Nedir?
Biyolojide evrim, canlı türlerinin nesilden nesile kalıtsal değişime uğrayarak ilk halinden farklı özellikler kazanmasıdır. Evrim, bir canlı popülâsyonunun genetik kompozisyonunun zamanla değişmesi anlamına gelir. Genlerdeki mutasyonlar, göçler veya çeşitli türler arasında yatay gen aktarımları sonucu türün bireylerinde yeni veya değişmiş özelliklerin ortaya çıkması, evrim sürecini yürüten temel etmendir. Evrim, bu yollarla oluşan değişimlerin popülasyon (Belirli bir bölgede yaşayan aynı türün fertleri topluluğuna popülasyon denir) genelinde daha sık veya daha nadir hale gelmesiyle işler.
Evrim Teorisi Nedir?
DarwinEvrim Teorisinin yaratıcısı Charles Robert Darwin’dir. (Charles Robert Darwin -12 Şubat 1809 / 19 Nisan 1882İngiliz doğa bilimci). Evrim teorisi, modern biyolojik teorinin temel taşıdır. Bu teoriye göre hayvanlar, bitkiler ve dünyadaki diğer tüm canlıların kökeni kendilerinden önce yaşamış türlere dayanır ve ayırt edilebilir farklılıklar, başarılı nesillerde meydana gelmiş genetik değişikliklerin bir sonucudur.
Evrimi sürdüren iki temel süreç vardır; Doğal seçilim ve genetik sürüklenme. Bu süreçlerin ilki olan doğal seçilim, bulunduğu ortama en iyi uyum sağlayan bireylerin hayatta kalmasını ve kendi genlerini yavrularına aktarmasını, diğer bireylerin ise üreme şansı bulamayıp genlerinin ortadan kalkması sonucunu doğurur. Doğal seçilim ile hayatta kalmaya yardımcı olan yeni özellikler sağlayan mutasyonlara sahip bireyler hayatta kalarak popülâsyonda baskın hale gelir, hayatta kalma şansını azaltan mutasyonlara sahip bireyler ise yok olur. Bu sayede sonraki nesildeki bireyler, atalarından aldıkları genler sayesinde ortama daha iyi uyum sağlar ve hayatta kalmakta daha başarılı olurlar. Çok sayıda nesil sonrasında, çok sayıda başarılı, küçük, rastgele değişikliğin birikmesi ile adaptasyonlar belirgin hale gelir, bu sayede türler çevrelerine olası en iyi uyumu sağlamış olurlar.
İkinci temel süreç ise genetik sürüklenmedir. Genetik sürüklenme ya da "Sewall Wright etkisi", küçük bir grup canlının genetik havuzunda tamamen şans eseri oluşmuş değişikliklerdir. Genetik sürüklenme bir popülâsyondaki genetik bir karakteristiğin yok olmasına ya da güçlü olanın hayatta kalmasından ve alellerin (Alel: bir genin değişik biçimlerine genetikte verilen addır) değerinden "bağımsız olarak" yaygın hale gelmesine neden olur.
Dünyada Evrime Bakış
Evrim teorisi dünyanın hemen hemen her yerinde kabul edilmiştir. Birçok ünlü okulda ders kitaplarında yer almakta ve okutulmaktadır. Bilim adamlarının neredeyse tamamı evrim teorisinin doğruluğunu savunmaktadır. Dünyada Evrim Kuramı’nı savunan ve savunmayan bilim adamlarına yönelik yapılan Steve projesi, aslında evrimin kuşku gerektirmez bir gerçek olduğunu göstermektedir. Bu projenin amacı, isminde sadece Steve geçen bilim insanlarının kaç tanesinin Evrim Kuramı'nı desteklediğini ortaya koymaktır. Evrimi kabul eden sadece Steve isimli bilimadamları, evrimi kabul etmeyen tüm bilim insanlarından daha fazladır. Bu projede James gibi çok daha yaygın (1. sırada) bir isim yerine Steve gibi çok daha az kullanılan (74. sırada) bir ismin seçilmesi de araştırmanın sonuçlarının güvenilirliğini desteklemektedir. Evrim Kuramı’nın karşıtı olan çok az sayıdaki bilim adamı da biyoloji dışındaki bilim dallarında çalışmaktadır. 1987 de yapılan bir araştırmanın sonuçlarına göre Amerika'da doğa bilimleri alanında 500,000 bilim insanından yaklaşık %99.85'lik bir bölümünün evrim teorisini desteklediği ortaya konulmuştur.
Türkiye’de Durum
Türkiye'deki ders kitaplarında din kültürü derslerinin yanı sıra fen bilgisi ve biyoloji derslerinde de yaratılışçı (Yaratılışçılık, insanlığınyaşamın ve evrenin, varlığı önceden kabul edilmiş doğaüstü bir güç tarafından yoktan meydana getirildiği inancı) görüşlere yer verilmektedir ve ortaöğretimdeki öğrencilerin %75'i evrim teorisine inanmamaktadır. 2008 yılında, Hacettepe Üniversitesi’nden biyoloji öğretmeni adayı 98 öğrenci üzerinde yapılan araştırmada, katılımcıların yüzde 43’ünün evrim teorisini benimsediği, yüzde 30’unun kararsız olduğu, yüzde 16’sının ise benimsemediği ortaya çıktı. Araştırmayı yapan Yrd. Doç. Dr. Oğuz Özdemir öğrencilere yapılan en büyük kötülüğün, fen bilgisi derslerinde evrim kuramının, yaratılışla birlikte işlenerek ikilik yaratılması olduğunu söyledi.
Bir başka yaşanan süreç ise aslında Türkiye’de “Evrim Teorisi” karşıtlığının kimler tarafından ve ne için körüklendiğini göstermektedir. 2006 yılında Üniversite Konseyleri Derneği'ne bağlı 700 akademisyen, bilimsel olmadığı için yaratılış görüşünün ders müfredatından çıkarılması için Milli Eğitim Bakanlığı'na dilekçe verdi. Bu başvuru, Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik tarafından reddedildi. Çelik: "Yaratılışla ilgili birçok teori var. Adı üstünde evrim teorisi. Evrim teorisini çocuklara anlatıp da evrim karşıtı olan "teorileri" çocuklara anlatmama bilimsel bir tavır mı?" açıklamasını yaptı. Burada Bakanın bilmediği ve bilmesi gerektiği bir gerçek var ki o da, evrim teorisi gibi bilimsel bir teorinin bir inançla (yaratılışçılık) aynı kategoride olmadığıdır. Yaratılışçılık bir teori değil, bir inançtır. Varlığı herhangi bir bilimsel veriye dayanmamaktadır. Milli Eğitim Bakanı’nın bile bu kadar bilimsellikten uzak olması aslında eğitim siteminin ne kadar bilimsel ol(madığını)duğunu göstermektedir.
Bu yıl biyolojide ve bütün bilimlerde devrim yapan Charles Robert Darwin’in 200. Doğum yılı ve  “Türlerin Kökeni” adlı eserinin yayınlanışının 150. yılıdır. Charles Darwin'in 200. doğum yıldönümü anısına 2009 yılı, UNESCO tarafından "Darwin yılı" ilan edildi. Dünyanın birçok yerinde değişik etkinliklerle Darwin anılacak ve düşünceleri tanıtılacaktır. Türkiye’de de değişik etkinlikler yapılacak. Fakat daha etkinlikler yeni yeni planlanırken ortaya çıkan bir gerçek son dönemlerde oldukça tartışıldı. Türkiye Bilimsel ve Teknolojik Araştırma Kurumu'nun (TÜBİTAK) aylık dergisi olan Bilim ve Teknik, Mart 2009 sayısının kapağını Darwin’e ve içeriğinin bir bölümünü Darwin’i konu alan bir yazıya yer vermişti ki, kapak ve içerik son anda TÜBİTAK yönetim kurulunun kararı ile iptal edildi. Kapak ve içerik Darwin yerine küresel ısınmayı konu aldı. Bilim ve Teknik dergisinin yönetim kurulundaki yöneticiler bu tutumlarıyla bize ne kadar “bilim adamı”, “bilim yanlısı” olduklarını da göstermiş oldular.
Birçok bilimsel veri ve analiz bize Evrim Kuramı’nı kanıtlamaktadır. “Evrim teorisi çürütüldü” gibi ortaya konan birçok safsata bilim dışıdır. Dünyada bu kadar çok yaygın olan ve kabullenilen bir bilimsel gerçekliğin hala Türkiye’de çok geniş bir yer edinememesinin nedenleri ortadadır. Son sözü biyoloji uzmanı Theodosius Dobzhansky’e bırakıyorum; "Evrimin ışığıyla aydınlatılmadıkça, biyolojide hiçbir şey bir anlam ifade etmez!"
Yeni Dünya Gençliği/İstanbul

Türkiye’de genç olmak mı!

Son dönemlerde özellikle krizle birlikte suç oranındaki artış dikkat edilecek seviyeye ulaşmaya başladı. Ancak daha da ürkütücü olan gençlik suçlarındaki muazzam artış oldu. Bunun dışında çocuklara ve gençlere karşı işlenen suçlar da her geçen gün artış yaşanmaktadır. Gençlik suçların da ki artışın başlıca sebepleri sıralanacak olursa gençleri suça iten nedenler çocuk yaşta, aileden ve çevreden yeterince ilgi görememe, sevgi yoksunluğu, otoriter aile yapısı, eğitimsiz anne baba, eğitim sisteminin yanlış vede eksik olması, ekonomik sıkıntılar, aile içi şiddet, bazı gelenek ve görenekler, göç, dışlanmışlık psikolojisi, örnek alınan suçlu bireyler, televizyonda suç işlemenin ve mafyalaşmanın övülür hale gelmesi (kurtlar vadisi) vb. bu sebeplerden beklide en çok etkili olan televizyonlardır. Çünkü televizyonlar bir kültür erozyonu yaratarak genç beyinleri bulandırarak her birinin Polat Alemdar, Memati Abdülhey oldukları kanısı uyandırıyor gençlerde…
Özellikle göç alan şehirlerde suç işleyen gençlerin çoğunun Kürt oldukları gözden kaçmayan diğer bir unsurdur. Yoksulluk, göç, eğitimsizlik dışlanmak kendi dilini konuşamamak kürt çocuklarını diğer çocuklara nazaran hayata 1-0 yenik başlamaları anlamına geliyor. Yine alkol, sigara, uyuşturucu maddeler gibi kötü alışkanlıklara başlama yaşı da 11-12 yaşlarına kadar inmiştir. Küçük yaşta bu tür ortamlara giren çocuklar ileride birer suç makineleri haline gelebilmektedir. Özellikle suç işletilen çocuklar seçilirken ceza almayacak yaşta olanlar seçilmektedir. Bu sayede çocuk ceza almazken tekrar yeni suçlarda kullanılabilmektedir. Çocukluların karıştığı suçların türleri incelendiğinde, hırsızlık, gasp, adam öldürmek, dolandırıcılık, kundakçılık, yankesicilik gibi suçların sıklıkla işlendiğinin görülmektedir.
Gençlik sorunu, tam anlamıyla sistemsel bir sorundur. Gençlerin, çocukların sağlıklı bireyler olarak onurlu bir yaşam sürmeleri kapitalist sistemde mümkün değildir. Çünkü kapitalist sistem çocuk kadın demeden tüm insanlığın kanını emmektedir. Çocukların ve gençlerin de tek kurtuluşu sosyalist sistemdedir. İsterseniz sosyalist sistemde Sovyet eğitim sistemini biraz inceleyelim. Sovyetlerde eğitim, her çocuğun yeteneğini, etkinliğini, bilincini, kişiliğini ve insani yönlerini geliştirmeyi amaçlamıştır. Sovyet sisteminde kişiliğin biçimlendirilmesi öğretim programına, ders kitaplarına ve ders saatlerine sığdırılmamış eğitim bir bütün olarak ele alınmıştır.14 yaşından küçük çocukların çalışması yasaklanmıştır. İşgününün 18'inden küçük gençler için altı, 16'sından küçük gençler için dört saate indirilmiştir. Başlangıçta 18, ileriki dönemde 20 yaşın altındaki gençler için gece ve akort çalışma yasağı, gençliğin sağlığına zararlı işletmelerde çalışma yasağı konmuştur. Gençlerin işsiz kalmasını engellemek için sanayide gençliğe belirlenmiş bir oranda işyerinin ayrılması (kota) uygulaması yapıldı. Çalışan gençler için iş yerlerinde poli teknik okullar kurularak geleceğin sınıf bilinçli işçileri yaratılmıştır. Sosyalist devlet ezilen halkların gençliğini de kurtarmaktadır; ona tüm siyasi hakları tanımakta ve bazı, yasal ve kültürel tedbirle gerçek eşitliği sağlamaktadır. SSCB'de, tüm milliyetlerden emekçi gençlik ilk defa, zihnen karanlıkta ve cehalette tutulan, köleleştirilen kitleden özgür ve tam hak sahibi yurttaşlara, dönüşmüştür.
Oysa bu ülkede Kürt gençleri baskı ve korku içinde yaşamaktadır. Dilleri, kültürleri yok sayılmaktadır. Eşitlik sadece devletin ağzından çıkmış bir söz olarak kalmaktadır. Biz gençler bilmeliyiz ki, kapitalist sistemi ancak zincirlerinden kurtulmuş ellerimizle yıkabiliriz. Genç ve çocuk işçi kanı emen bu sistemin alternatifi vardır.
İnsan onuruna yakışır bir yaşam için TEK YOL SOSYALİZM’dir.
Ya Barbarlık, Ya SOSYALİZM! Yeni Dünya Gençliği/İstanbul

Seçelim seçilelim, demokrasinin gereğidir, seçin de seçilmeyin, seçin ki seçilelim

29 Mart yerel seçimlerini geride bıraktık. Seçim çalışmalarının genel seçime dönüştüğü bu yerel seçim, diğerlerine göre daha farklı bile atmosferde gerçekleşti. Partiler seçim çalışması kapsamında bütün güç merkezlerini seçime odakladırlar. Seçim hazırlıkları aşamasında partiler, nerden geldiği meçhul olan milyonlarca lirayı seçim hazırlıklarına kanalize ettiler. Parti başkanları aralarında en kısa zamanda, farklı şehirlerde en çok mitingi kim yapacak yarışına tutuldular. Partiler belirli bölgelerde oy potansiyeli yaratabilmek için insanlara birbirinden pahalı eşyalar dağıttılar. Oy kullanma sırasında seçmenler ve parti yöneticileri birbirleriyle kavgaya tutuştular. Olaylar sırasında ölenler oldu. “Demokrasiyi” simgeleyen seçimlerde, her oy demokrasiyi biraz daha arttırdı. Hatta demokrasi öyle fazla geldi ki, seçimlerde fazlası çöp konteynırlarında bulundu, ıssız bir yerde yakıldı, çuvallarla kanallarda bulundu. Velhasıl birçok bölgede şaibeli olan seçimler sonuçlandı; İl Genel Meclis sonuçlarına göre iktidar partisi AKP %39,1 ile birinci, %23 ile CHP ikinci, %16 ile MHP üçüncü ve %5,3 ile DTP dördüncü parti oldu.
Toplam seçmen: 48.033.247
Kullanılan oy: 40.993.056
Geçerli oy: 40.093.
Evet, bir yerel seçimler daha yapıldı. Şu parti şu kadar oy almış, bu oylar bunun göstergesidir, aslında bu partiler birleşseydi ne güzel olurdu gibi seçim sonrası değerlendirmelerle birlikte, genel olarak seçimlerle ilgi önemle sorgulamamız gereken noktaları çok azımız tartıştı.
  • Oy kullanmak halkın kendi kendini yönetmesi anlamına mı geliyor?
  • Oy kullanan insanlar seçimleri demokrasinin en üst seviyesi olarak mı görüyor? Ya da Cumhuriyet demokrasisinin en iyi açılımı seçimler mi?
  • Her oy, her oy kullanan bireyin özgür iradesini mi temsil ediyor?   
  • İnsanlar oy kullanarak gerçekten seçim yaptılar mı?
  • Seçilmişleri kim seçer?
  • İnsanların oy kullanıp ta seçtikleri seçilmişler kimlerdir?
  • Seçimler nasıl yapılır?
  • Seçilmişler seçimlerde nasıl seçilirler?
Burjuva medya ve hatta kısmen devrimci demokrat diyebileceğimiz kesim seçimleri ele alırken seçimlerin amaç ve işlevinin niteliğine değinmeksizin, partiler ve onların oy pusulasında ki göstergeleriyle ilgilendiler. Yıllardır demokrasinin simgesi gibi gösterilen seçimlerin neye hizmet ettiğinden bağımsız olarak şu parti neden bu kadar oy aldı, şu partinin oyları bu kadar azaldı gibi meselelerle ilgilenildi. Elbette ki bu sonuçlar ve onların sebepleri sınıfın bilincinin ne yönde olduğuyla yakından ilişkili fakat hele ki devrimci kesimin değerlendirmelerini salt buna indirgemesi, seçimin ne olduğuna, onun ne anlama geldiğine değinilmemesi, burjuvazinin yöntemlerini ve onun yağma düzeninin oyununu yok saymaya hizmet etmekteydi..
Düzenin “demokrasi” erbapları seçim süresince şu söylemleri arzuhalimize sundu:
*Sınıflara bölünmüş, ezen ve ezilen sınıfın olduğu toplumda, ezen sınıf ilen ezilen sınıf çıkarlarının tamamıyla birbiriyle zıt olduğu koşullarda, ezen sınıf burjuvazinin yönetici kurumu devleti kim daha iyi yürütecek? Ezilenler!!! Bir seçim yapın ki demokraaasi yerini bulsun.
*Parti başkanlarının kimin nerede aday olacağını seçtikleri seçim bölgelerinde, oylarınızla siz neyi seçeceksiniz? Siz fazla zahmete girişmeyin onu da biz yaparız. Ama olsun siz oylarınızla seçilmişleri onaylayın bizim için yeter. Onaylayın ki demokraaasi yerini bulsun.
*Biz kamusal hizmet alanlarını özelleştirdik dahası onu bunu şunu her yeri özelleştirdik. Şimdi bize diyorlar ki; efendim siz belediyelerin faaliyet gösterdiği hizmet alanlarını özelleştirdiniz, kamusal hizmetleri metalaştırdınız paralılaştırdınız. Bu durumda yerel yönetimler sosyal hizmetle mi ilgilenecek yoksa şirket misali buradan gelen geliri gideri mi kontrol edecek?  Siz bunlara kulak asmayın!!! Devletimiz hep soysaldı, her zaman sosyaldir ve her zaman sosyal kalacak. Siz seçin ki demokraaasi yerini bulsun.
*Geçmiş dönemimizde bize sosyal belediyecilik anlayışını ve demokrasiyi öğretmeye kalkışanlar oldu, halkı demokrasi adı altında kandırmaya çalışanlar oldu. Bu belediyelere gereken cezaları verdik. Bakınız Fatsa’ya, bakınız Sur Belediyesine, Dikili Belediyesine ve daha nicelerine. Bu belediyeler suyu, ulaşımı, sağlığı bedava yapmış. Etnik farklılıklar gösteren bölgelerde her hizmeti kendi kültürüne, kendi diline göre sağlamış. Yahu bu demokrasi olsaydı, halkçı belediyecilik anlayışı olsaydı biz getirmez miydik, bunu akıl etmez miydik?  Ederdik!!! Siz bunlara kanmayın bizi seçin ki demokraaasi yerini bulsun.
Burjuvazinin seçim bağlamında bize sunduğu demokrasi oyunu bundan ibarettir. Her vatandaşın özgür ifadesi olarak lanse edilen seçimler ve demokrasi sirk gösterisinden başka bir şey değildir.
Ülkemizde seçim döneminde insanlarımız oy potansiyeli yaratacak yatırım olarak görülüyor. Seçimlerden sonra da bölgelerinde hiçbir karar ve yetkisi bulunmayan birer sığıntı pozisyonuna sokuluyor. Bir yerelde halkçı demokratik bir yönetimin olabilmesi için söz yetki karar halkın olması gerekir. Örneğin; yol, su, ulaşım sosyal devlet anlayışına göre insanlara ücretsiz olarak sağlanabilmelidir. Bölgelerde halk meclisleri kurulmalıdır. Bir yerde kadın sığınma evi mi yoksa park mı yapılacağını halk belirlemelidir. Belediyeler tarafından toplanan vergiler, yatırımlar hesaplamaları giderler kamuoyuna açık bir şekilde yapılmalıdır..vs Bunların olmadığı bireylerin sığıntı pozisyonuna sokulduğu yerde demokrasiden lafı bile edilemez. Ayrıca her birey, kendi yaşadığı bölgede sığıntı pozisyonundan çıktığı sürece, demokrasi mücadelesi verdiği sürece söz ve yetki sahibi olur.
Yerel yönetimlerin özerkliğine gelince gerçek durum görünenden farklıdır, yerel yönetimlerin göreli özerkliği bile söz konusu değildir. Kaldı ki tek başına bir yerel yönetimin özerk olamaması bu bölgeyi tek başına demokratik kılamaz. Sömürü düzenine dayalı sistemde adaletsizlik, eşitsizlik, anti demokratik uygulamalar varsa, bu düzenin her parçasına, her unsuruna ilişmiştir. Tek başına yerel bölgenin refah ve huzurlu olmasını beklemek abestir.
Genel olarak seçim sonuçlarına baktığımızda işçi ve emekçi yığınlarının düzenden hala büyük beklentiler içinde olduğu görülüyor. İşçi ve emekçiler burjuva düzeninin çıkarlarını kendi çıkarları olarak görmekte.
Biz bu yerel seçimlerde düzen partilerini seçmeme, verem ile tifo arasında bir seçim yapmama, kendi bölgemizde devrimci programa sahip adaylar varsa onları destekleme çağrısı yaptık, doğru gördüğümüzü her yerde savunduk. Yerel yönetimlerde devrimci programa sahip adayları desteklemenin yanında, yerel seçimlerin burjuva düzeninin bir parçası olduğuna, gerçek kurtuluşun seçimlerle kazanılamayacağına vurgu yaptık. Devrim ve reform arasındaki çizgiyi ayrıt edememek işçi ve emekçilere yanlış bilinç aktarmaya sebep olur. Seçim arifesinde bunun bilincinde hareket ettik.
Sonuç olarak seçimin ortaya koyduğu görüntü beklendiği üzere pek iç açıcı değil. İşçi ve emekçiler açısından seçimin devrimden yana kullanılmasına kadar büyük bir sorumluluğumuz var.
Yeni Dünya Gençliği/Adana

Baştan Aşağı Kirli Medya

Kriz, kriz, Kriz, belediye-muhtarlık seçimi, kömürler, düşen uçak, beyaz eşyalar, İsrail Filistin savaşı, siyasetin kirli çamaşırları, Ergenekon derken ülke gündemi (ya da medyanın gündemi) tekrar fırıldak gibi dönmeye başladı. Bizler ise bu fırıldağı takip etmekte sıkıntı çektik. Burjuva medya kafamızı öyle bir karıştırdı ki nereye odaklanacağımızı şaşırdık.
Kapitalist sistem; sorgulayamayan, bilinçsiz, önüne konulanı kabul eden bir toplum yaratmak istemektedir. Medyada bu işteki görevini başarı ile yerine getirmektedir. Kendimizin sandığımız fikirler ve kültür, aslında bizlerin fikirleri ve kültürü değil! Bu fikirler ve kültür burjuvazinin ve iktidarların çıkarları doğrultusunda medyanın süzgecinden geçirilip bizlere empoze edilmektedir. Bütün dünyada mevcut güçler ve iktidarlar için medya vazgeçilmez bir silahtır. İktidarlar ihtiyaç duyulduğunda medyayı çok etkin bir propaganda aracı, bunun da ötesinde geniş halk kitlelerine ulaşıp beyinlerini yıkamak için güçlü bir silah olarak da kullanmaktadır. Kitle iletişim araçlarının sahipliğini ya da kontrolünü elinde bulunduran kişi ya da gruplar haberleri, olayları ve gündemi kendi istekleri doğrultusunda deforme edip değiştiriyorlar. Böylece halkın olaylarla ilgili kanaatlerini ve düşüncelerini kendi istedikleri gibi şekillendiriyorlar. Çünkü burjuva medya gündemi istediği zaman değiştirip, istediği gibi şekillendirebilmektedir. Bunun içindir ki sürekli medya grupları ve iktidar medya arasındaki savaşlara tanık oluyoruz.  Nasıl yaşanmasın ki kavgalar? İktidarlar medyayı kullanarak halkı istediği gibi yönlendirip, uyutuyorlar. Türk basınında özellikle son olarak yaşadığımız İsrail-Filistin savaşı ile birlikte ortaya çıkan tepkiler ve ekranlara yansıyan savaş karşıtlığı ilk etapta bizleri sevindirdi. Ancak dikkatli takip ettiğimizde medyanın da yönlendirmeleriyle etnik ırkçılığın hortlatıldığını gördük. Medya bu savaşı gerçekliklerden uzak adeta Müslüman-Yahudi savaşıymış şeklinde halka sundu. Sanki Filistin halkı Müslüman olmasa bu savaş hiç olmayacakmış şeklinde etnik ırkçılık körüklendirildi. Bu yönlendirilmelerin sonucu olarak birçok internet sitesinde Hitler’in “bir gün bütün Yahudileri öldürmediğim için bana kızacaksınız”, “İsrail’e bakınca Hitler’i sevesimiz geliyor” şeklinde yazılar göze çarpıyordu. Bazı dernekler kapılarına “köpekler girebilir, Ermeniler ve Yahudiler giremez” şeklinde afişler astı. Halkta da İsrail halkına ve Yahudilere karşı nefret duyguları uyandırıldı. Evet, İsrail devleti Siyonist’tir. Ancak bunu bütün İsrail halkına ve Yahudilere maletmemek gerekir. Siyonizm ile Yahudiliği birbirinden ayırt etmek gerekir. Yaşanan diğer bir olaysa, Galatasaray-Sivas spor maçında bir kısım Galatasaraylı taraftarlar, Sivas sporlu futbolcu Balili’nin dini inancı ve yurttaşı olduğu İsrail devleti aleyhinde küfürlü tezahürat yaptılar. Medya bu olayı da sanki bu ülkede ırkçılık yokmuş şeklinde, Türk futbolundaki ilk ırkçılık olayı olarak gündeme getirip çabucak unutturdu.
medya
Yine medya uzun yıllardır bu ülkede Kürtlere karşıda sürekli etnik ırkçılık ve Kürt halkına karşı nefret politikaları üretti. “Polat Alemdar”lı tek Türkiye vb. dizilerle ve içeriği (milliyetçilik kokan) boş programlarla tüm halkı milliyetçilik zehiriyle zehirledi. İktidar ve medya Kürt halkı üzerindeki linç girişimlerini kimi zaman görmezden geldi, kimi zaman ise sahiplendi. DTP’li gruba pompalı tüfek saldırısının başbakan tarafından sahiplenilmesi, Sakarya’da DTP’lilere karşı yaşanan linç girişiminin “vatandaşın sabrı” olarak değerlendirilmesi bunlara örnektir.
Hemen hemen her siyasetin kendine ait bir yayın organı bulunmaktadır. Tüm kirli oyunlarını bunlar üzerinden halka aktarmaktadırlar. Televizyonu, radyosu, gazeteleri ve internetiyle medya, kitlelerin hayatını tam anlamıyla teslim almış durumdadır.
Burjuva medyanın gündemi biz işçi ve emekçilerin gündemi değildir. Burjuva medya, işçilerin emekçilerin çıkarları yâda gerçekleri doğrultusunda değil, burjuvazinin ve iktidarların çıkarları doğrultusunda çalışır.
Bize düşen görev; bu kirli düzeni ve oyunlarını teşhir ederek gerçek kurtuluşun, devrimde olduğunun propagandasını yapmaktır.
Yeni Dünya Gençliği/İstanbul